Yaklaşan Kötülüğün Ayak Sesleri ve İyiliğin Çaresiz Sakilliği: Zeki Demirkubuz’dan Yeraltı

Uluyan, hırlayan erkek figürüyle ilk karşılaştığım yer galiba İkiz Tepeler’di. David Lynch’in arızalı dünyasında,  bir kasabanın kendi günahıyla genç bir kızın öldürülmesi dolayısıyla yüzleşmesiydi mesele. Küçük bir kasabadaki saygınlık katmanlarının altındaki kötülük tohumlarını tek tek patlatıyordu Lynch. Yakın zamanda, Reha Erdem’in Kosmos’unun hayvani sesler çıkaran erkeği, arzularını masumca denetim dışı bırakan saf bir çağrıyla temsil ediliyordu. Arzularının peşine düşmekten yılmayan iyicil bir erkekti bu. Bir anlamda yaratıcılığı temsil ediyordu. Toplumsallıkla dizginlenmemiş cismani bir enerji diyelim. Yeraltı, bunun tam karşı kutbundaki bir erkeğin yabancılaşmasından yola çıkarak, kötülüğün burnunun dibine Türk sinemasında bugüne dek görülmediği kadar çok yaklaşıyor.  Üç Maymun’da Nuri Bilge Ceylan da yaklaşmıştı ama hikaye ettiği kötülüğü tazmin eden bir estetikle rahatlatıyordu izleyicisini. Yeraltı’nda belki benim gibilerin hayıflanabileceği tek şey, Demirkubuz’un kamerayı geçmişteki gibi ham bir göz olmak yerine daha incelikli bir şekilde kullanmasıdır. Bu da tuhaf bir hayıflanma olur, farkındayım çünkü görsel olarak en iyi filmi.

Bir filmi yorumlamanın onlarca çeşidi olabilir. Hele Demirkubuz gibi film yaparak düşünen bir yönetmen söz konusuysa. Kötülüğün dişlilerini yağlayan nedir mesela? Yalnızlaşmanın, yabancılaşmanın nedeni, anlamı nedir? Gerçeğin bedeli nedir? Beni en çok ilgilendiren eril tahakkümün bir şeklinin parçalanan dünyasının altında kalan Muharrem oldu. İyiliğin bir sakilliğe dönüştüğü bir dünyada bir tür çaresizlik. Adorno’nun günümüz hayatının kutsal kitabı gibi okunabilecek Minima Moralia’sının önermesindeki gibi: yanlış hayat doğru yaşanmaz. Gerçeğin imtihanından geçemeyen çaresiz kalmış iyiliği reddeden bir yabancılaşma. Bazen her anlam dünyasının bir karataşı olduğunu düşünürüm. Simyacıların felsefe taşı dedikleri şeydir bu,  bir tür “prima materia” diğer tüm maddelerin türediği bir ana madde. Bazı filmler, bazı kitaplar, bazı resimler bu karataşları hatırlatırlar.  Erkek egemen anlam dünyasında kötülüğün bir karataşı varsa eğer, bu film onun karanlık gölgesi olarak görülebilir. Çünkü ışıksız gölge yoktur. Adamın ve fahişenin duvara yansıyan gölgeleri, insan oluşumuzun karanlık yanına bakmaya davet eder bizi. Başka bir bakış açısıyla, kadınlara bir ipucu sunar eril şiddetin kıyıcı yapısı hakkında. Bakıp besledikleri ya da arzuları tatmin ettikleri oranda varlıklarına tahammül edilen kadınlara. Erkeklerin dünyasıdır Muharrem’in içinde mücadele ettiği; ama büyük tahakküm makinasının paslanan, eskiyen çarklarında ezilen yenik erkeklerin dünyası. Başarıyla temsil edilen iktidarın yanında, yakınında, karşısında konumlanan erkekler. Bu anlamda kendi başarılarının ve başarısızlıklarının şeytanlarıyla da yüzleşiyor Demirkubuz. Filmde beni rahatsız eden tek sahne, başarı yalakalarının fazla kalın çizgilerle temsil edilmesi oldu. Oysa iktidara yakın durmanın, onaylamanın, yanında yöresinde bir kırıntı beklemenin çok daha incelikli yolları var bu çevrelerde. Ama kimbilir belki de bunlar için “Kahpe Bizans”a gelmek gerekecektir.

“Yeter ki sırtıma basma”

Sadece Muharrem’in değil, tüm kahramanların (yüzünü görmediğimiz uluyan, merdivenden atılan sonra da evlenilen adamın da) kadınlarla olan meselesi, yalnızca temalardan bir tema değil, bir ana tema. Merkezi bir mesele. Geleneksel çerçevenin dışında kalan kadınları her zaman orospulukla damgalamaya hazır bir dünyanın büyüttüğü bu erkeklerin, kendilerini bu düzenin üzerinde bir bilinçle tanımlayanları bile tam içinden geliyorlar ve çoğu kez boğucu havasında nefes alamaz hale geliyorlar. Hiçbir şeyde anlaşamasalar, kadınlardan “bir orospu için değmez” diye söz etmekte anlaşan bu adamlar, kozlarını başka yerde paylaşıyorlar artık. Eril kötülüğün karataşını parlatıyor Demirkubuz, Engin Günaydın’ın müthiş oyunculuğunda. Nergis Öztürk’ün her bir çizgisini çalıştıran enfes yüzünde, fahişeden azize yaratıyor olması gerektiği gibi, çarmıhını sırtlanıp yavaş yavaş uzaklaşıyor. Acıyı taşımaya, tiksintiyle yüzleşmeye gönüllü yaratıcılar silsilesine yazılarak.

Nazlı Ökten