Tiner, Dörtyüz Darbe, Felaket Henry ve Çocukluk Sıkıntısı

Tinerci mi dindar mı meselesini takip ederken  Michael Moore’un Truffaut’yu andığı bir tweet aklıma getirdi, Dörtyüz Darbe’yi. Aslında ortalığı birbirine katmaktan türetilmiş bir deyimden geliyorsa da,  uslanmaz çocuğa vurulan darbeleri çağrıştırıyor Türkçe’de. Çocukların yola getirilmesi çok mühim mesele. Bunu ne denli incelikli bir biçimde yapıyorsa bir toplum, o kadar uygar sayılıyor. Bu tekniklerin incelikli hale gelmesi süreci de, başlıbaşına bir hikaye. Tarihçi Philippe Ariès L’Enfant et la vie familiale sous l’Ancien Régime’de ziyadesiyle güzel anlatır. Çocuk ölüm oranlarının düşmeye başlaması ve çekirdek ailenin işlevleri çocukluğu bir anlamda toplumsal kategori olarak doğuruyor.

Geleneksel (kabaca kapitalizm öncesi anlamında kullanıyorum) eğitim biçimlerinin değişmesi, dinsel yapıların ve devletin çocuğu ayrıcalıklı bir yeniden-üretim hedefi haline getirmesi, işleri çocuklar için karmaşıklaştırdı. Artık babasının yaptığını ya da annesinin yaptığını yaparak hayatta kalabilen bir çocuktan değil, sürekli değişen koşullara, piyasanın ve müesses nizamın talep ettiği şekillerde uyum sağlaması gereken  biri çocuk.  Dindarlığı, çocukların tinerci olmaması için bir alternatif olarak sunmak aslında dini araçlaştırması açısından oldukça seküler bir bakış. Burada içimi sızlatan başka bir yan var. Parmakla gösterilip işte onlar gibi olmasınlar denen bu çocukların şeytanileştirilmesi, doksanların zorunlu göç politikalarıyla doğrudan ilgiliydi. Bilinir, dünyanın her yerinde son göç dalgasıyla gelen gruplar en çaresiz olanlardır. Doksanlar Türkiye’sinde köyleri zorla boşaltılan ya da hayvancılık gibi geçim kaynakları yok olduğu için göç etmek zorunda kalan yığınlar, büyük kentlerdeki son göç dalgasını oluşturuyorlardı. Son kalan dayanışma bağlarına sığınmaları bile çok görülen bu insanların çocukları, sokağın tehlikelerine en açık olanlardı.  Sosyolojik bir indirgemecilikle doğrudan etiketlemek yanlış olur; ucuz ve tehlikeli madde bağımlılığı bir tek onları vurmuyordu ama en çok onları vuruyordu. Bu çocuklar, inançsızlığın değil, acımasız politikaların kurbanıydılar, bunu hepimiz biliyoruz.

Çocukları yola getirmenin incelikleri demiştik. Felaket Henry serisi kitapları biliyor musunuz bilmem. Gerçekten çok eğlenceli. Yazarı Francesca Simon’la yapılmış bir röportajı dinledim geçenlerde BBC 4 radyoda, Kirsty Young nam pek serin kadının Desert Island Discs programında (bu programın aynı isimli bir benzeri Açık Radyo’daydı, sürüyor mu bilmiyorum). Ivy League (A.B.D’nin en seçkin üniversiteleri)  okullarından mezun, babası senarist, çocukluğu Paris’te Londra’da geçmiş bir Amerikalı, adabı muaşeret kurallarına meydan okuyan bir çocuğun maceralarıyla tüm dünyada milyonlarca kitap satıyor. Her zamanki gibi mesele ironinin kendisinde. Simon, belki de hepimizin yapmak istediği şeyi yaptığı, kurallara göre değil içinden geldiği gibi (bir anlamda İd’inin buyurduğu gibi) davrandığı için seviyoruz Henry’yi diyor. Bir anlamda, tüm bu incelikli eğitim akıntısına karşı yüzdüğü için makbul Felaket Henry. Başka bir açıdan bakarsanız, tersinden öğretiyoruz çocuklara nasıl davranılması gerektiğini, öyle davranmayana gülerek. Bir toplumda yaşamanın gerektirdiği ikiyüzlülükleri öğrenmek, bunlarla yüzleşmek çocuklar için de ergenler için de zaten başlıbaşına bir sıkıntı. Şanssız doğanlar şiddetin, yoksulluğun korkunç  yüzleriyle boğuşmak zorundalar. İşimiz onları parmakla gösterip ne fena demek değil, sorumluluktan payımıza düşenle yüzleşmek.

Nazlı Ökten

Leave a comment

Leave a comment