Ruh ve Beden: Sosyologdan boksör olur mu?

 

Loïc Wacquant, son dönemde çalışmaları beni en çok heyecanlandıran sosyologlardan biri. Chicago’da siyahların gettosundaki yaşantıyı, kimlik ya da anomi gibi bildik kalıpların içine hapsetmeden ama bunları da göz ardı etmeden olanca zenginliğiyle incelediği Ruh ve Beden’i (kitabın adı Body and Soul ama biz Türkçe’deki söyleyiş uyarınca ikisinin yerini değiştirmeyi tercih ettik) çevirmek benim için hem olağanüstü zevkli hem de zorlayıcı bir deneyim oldu. Wacquant’ın deyişiyle sosyolojik bir bildungsroman olan kitap, araştırma sahasına demir atmak için kendisine bir mekân, bir bağlantı arayan (sosyologların/antropologların başkalarının hayatlarına “sızmak” için gösterdikleri çaba kimi zaman acıklı bir hal alabilir!) genç bir araştırmacının, daha çok siyahların gittiği bir boks salonundaki gözlemlerinden, görüşmelerinden ve en önemlisi kendi bedensel deneyiminden yola çıkarak  ırktan cinsiyete, kentten sınıfa,  birçok meseleyi yeniden düşündüğü bir eser. Ama bir yandan da kendisi de bir boksöre dönüşen Wacquant’ın, sosyolojideki babası Pierre Bourdieu gibi, bokstaki babası DeeDee Armour‘dan el almasının hikayesi. Zaten bir hikaye şeklinde yazılmış olan son bölüm, Wacquant’ın profesyonel bir turnuvada ringe çıkışını anlatıyor. Nilüfer Göle bir söyleşisinde Ayşe Arman’a “Klasik bale yapmak için yetiştirilmiş birinin kick box yapmaya mecbur edilmesi gibi bir şey. Klasik bale koreografisi bellidir. Ama bugünkü dünyada bize diyorlar ki, ‘‘Kick box yap!’’ Kuşkusuz bu bir metafor ama Wacquant boks ringinde fiilen dövüşüp bu meydan okumaya en başından karşılık vermiş, eril notalara hakim bir araştırmacı. 

Ruh ve Beden, felsefeden sonra, sosyolojide de bedeni merkeze koyan bir bakış açısının hakimiyet kazanmasıyla  (Bourdieu’nün geliştirdiği haliyle habitus kavramının bu denli sahiplenilmesi de bunu gösteriyor) birlikte “cismanî” (carnal) dediği bir sosyolojik yaklaşım geliştirmeye çalışıyor. Bedenin merkeze gelmesi, sanatta çok daha uzun süredir gözlemlenen bir deneyim. Bu anlamda boksörlerin deneyimini benzersiz kılan unsurlar bir yana, hepimizin ortak kaygısı olan “bedensel sermayeyi idare etmek” meselesi, aslında yeniden vahşileşen kapitalizmin er meydanında birbiriyle dövüşe zorlanan bizlerin de hikayesi. Mesela DOT’un bu yıl oynadığı Supernova, bunun izleriyle doluydu. Disipline edilen bedenlerin, kalabalığın anonim çamurundan çıkma arzusu. 

Kitabın Amerika baskısına yazılan önsözden bir bölümü aşağıda okuyabilirsiniz.  Boğaziçi Üniversitesi Yayınları’ndan çıkan kitabın redaksiyonunu Ergun Kocabıyık yaptı, yayıncılıkta iyi bir redaksiyonun kıymetini bilenler bilir. Aşağıdaki, metnin redaksiyon öncesi halidir, bilginize.


Wacqant L., Ruh ve Beden, Boğaziçi Üniversitesi Yayınları, s.11-14.

Başından beri, Chicago’nun Güney Yakası hakkında kabaca da olsa temel bir sosyolojik kavrayış edinmeden yazmak, hem etik hem epistemolojik nedenlerle bana olanaksız geliyordu çünkü bu bölgenin öğütücü yoksulluğu kapımın önünde başlıyordu (gerçekten de böyleydi çünkü Chicago Üniversitesi, bana öğrenci evleri arasında siyah Woodlawn mahallesinin sınır çizgisinde, gerektiğinde üniversitenin özel polis güçlerini çağırmak için kullanılan beyaz acil durum telefonlarının bittiği yerde olduğu için kimsenin istemediği boş kalmış son daireyi vermişti). Ve çünkü A.B.D metropolisindeki sınıf, kast ve devlet ilişkilerinin normal sosyolojisi bana, ulusal toplumun ırksal ve (ırkçı) ortak duyusunu yansıtarak, gettonun gerçekliğini örtbas eden sahte kavramlarla delik deşik olmuş gibi geliyordu. Bunların başında da, akademisyenlerin dikkati yoksul mahallelerin ekolojisine ve sakinlerinin sözümona “antisosyal” davranışlarına çekerek toplumsal ve kentsel cephede, beyazların tahakkümünü ve yetkililerin beceriksizliklerini aklamalarına izin vermeye müsait piç bir neolojizm olan “sınıfaltı” hikayesi geliyordu.[1]

Aylar boyu yerel sahneyi gözlemleyebilmek için kendimi sokuşturabileceğim bir yer aradıktan sonra judo yapan Fransız bir arkadaş, beni 63. Sokakta, evimin iki blok ötesinde ama farklı bir gezegendeki bir salona götürdü. Meraktan ve etrafta takılıp mahalledeki genç erkeklerle tanışabilmenin kabul edilebilir tek yolu gibi göründüğünden hemen yazıldım. Ve ilk boks idmanımdan hemen sonra bir etnografik günlük tutmaya başladım. Üç buçuk yıl boyunca giderek artan bir devamlılıkla bu salona geleceğim ve süreç içinde, günün konuşmalarının, etkileşimlerinin ve olaylarının ayrıntılı tasvirlerini her akşam saatlerce vecd içinde kağıda dökerek iki bin üç yüz sayfa ham not toplayacağım bir saniye bile aklımdan geçmedi. Çünkü Woodlawn Boys Kulübü’ne girer girmez kendime ragmen üç konuda sorun yaşadım.

Bunlardan ilki, kaba ve acımasızdı: sporların en sert ve en zorunu öğrenip, Tatlı biliminin hem kardeşçe hem rekabetçi dünyasında kendime küçük bir yer açacak şekilde alfabesine hakim olabilecek miydim, salon üyeleriyle karşılıklı güven ve saygı ilişkileri kurabilecek ve böylece saha araştırmamı gettoda yürütebilecek miydim? Cevabı gelecek aylardaydı.Teknik becerimin sadece hayal kırıklığıma ve bazen de cayma hissime denk geldiği zor ve acılı başlangıçlardan sonra (daha sonra en sevgili ring ahbaplarım haline gelecek olanlar, o sıralar her an vazgeçebileceğim konusunda hemfikirdi) fiziksel durumumu iyileştirmeyi, moralimi güçlendirmeyi ve yumruk erbabının hareketlerini edinmeyi ve taktiklerini özümsemeyi becerdim.  Bütün kulübün ateşli desteğiyle Chicago’nun büyük Altın Eldivenler turnuvasına girmeden, salonun amatör ve profesyonel boksörleriyle düzenli olarak “eldiven giyip” kendimi ipler arasında kanıtladım ve daha sonra “pro olmayı” ciddi ciddi düşündüm. Pratik bir bilgiyi çoğalttım ve Erkekçe sanat konusundaki muhameke gücümü arttırdım; o kadar ki, ihtiyar koç DeeDee bana birgün, Woodlawn’ın yıldız boksörü Curtis’in ülke dışındaki önemli bir maçı için köşeadamı olarak yerine geçmemi teklif etti. DeeDee aynı zamanda ileride kendi boks salonumu açacağım kehanetini öne sürmeyi pek severdi: “Bi gün senden belalı bi koç olur Louie, biliyorum bunu.”

Bu ilk engeli aşar aşmaz ve kendime o çevrede kalıcı bir yer ayarlamak için asgari koşulları oluşturur oluşturmaz ikinci mesele karşımda duruyordu, kendi projem: bu yerdeki konumum, siyah gettodaki toplumsal ilişkileri yakalamak ve anlamamı sağlayabilir miydi? Bu küçük boks salonuna uzun vadede nüfuz etmem ve buradaki gündelik ilişkilere yoğun bir biçimde dahil olmam –en azından benim gözümde, okur kendisi için kararı verecektir- genelde getto konusundaki kavrayışımı ve özellikle yirminci yüzyılın sonunda Fordizm-sonrası ve Keynes-sonrası Amerika Chicago’sunda siyah gettonun işleyişini ve yapısı konusundaki çözümlememi tepeden tırnağa yeniden inşa etmeme olduğu kadar, bu terra non gratayı diğer ileri toplumların sürgün mahallelerinden ayıran şeyin ne olduğunu ayırt etmeme olanak sağladı. Öncelikle, Chicago Okulu’nun en erken çalışmalarından beri ırksal bölünme ile kentsel marjinallik arasındaki ilişkilere dair Amerikan sosyolojisinin derinine kök salmış yanlış bir düşünceye, gettonun eksik, ihtiyaç ve yoklukla nitelenen “dağınık” bir evren olduğu düşüncesine itiraz ettim.[2] Salon, teorik çalışmayla, süregiden ampirik gözlem arasında  bir bağ  ve bu şekilde gettonun ve sakinlerinin “Oryantalize edilmesini” sorgulamamı ve gettoyu içinde bulunduğu hale, yani etnik onuru elinden alınmış bir grubun toplumsal dışlanmasının ve iktisadi sömürüsünün bir aracı, Amerikan kent paryalarının zorla tıkıldığı bir çeşit “etnik-ırksal hapisane” haline sokan iktidar ilişkilerini, incelemenin merkezine koymamı mümkün kıldı.[3]

Bir üçüncü mesele kalıyordu ki, Woodlawn Boys Kulübü’nün kapısından içeri girerken, milyon yıl geçse aklımın ucundan geçmezdi ve bu çalışma (anlatı şekline bürünseler bile bütün bilimsel incelemelerin yapacağı gibi)  bana bir ilk, kısmi ve geçici cevap sağladı: Bu denli bedensel bir pratiği, tamamen kinetik bir kültürü, en esaslı kısmın dil ve bilincin altından aktarıldığı, elde edildiği ve kullanıldığı  bir evreni – kısacası pratiğin, pratik ve teorik anlamda uç noktasında bulunan insan (ya da insanlar) haline bürünmüş bir kurumu– antropolojik olarak nasıl açıklayacaktım? Başka bir şekilde söylemek gerekirse: boks zanaatinin (métier), meslek ve toplumsal durum anlamında ama aynı zamanda (mestier kelimesinin etimolojisine göre*) görev ve gizem anlamında ne olduğunu “bedenen,” yumruklarımla ve bağırsaklarımla, kendim de içine girerek, yakalanarak ve esiri olarak  anladıktan sonra, duyuların bu kavrayışını sosyolojinin diline yeniden tercüme edebilecek miydim ve süreç içinde en ayırt edici özelliklerini yok etmeden aktarabilmek için uygun ifade biçimlerini bulabilecek miydim ?


[1]Loïc Wacquant, “ ‘L’Underclass’ urbain dans l’imaginaire social et scientifique américain, in L’Exclusion, L’état des savoirs, (Paris: La Découverte, 1996), 248-262.

[2] Bu çalışmanın başlangıç ifadeleri için bkz. Urban Outcast: Toward a Sociology of Advanced Marginality (Cambridge: Polity Press, 2004) [Kent Paryaları: İleri Marjinalliğin Karşılaştırmalı Sosyolojisi, Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi, 2012. ÇN] ; aynı zamanda bkz. “Elias in the Dark Ghetto,” Amsterdams Sociologisch Tidjschrift 24, ¾ (December 1997): 340-348; ve “Inside the Zone: The Social Art of the Hustler in the Black American Ghetto,” Theory, Culture and Society 15, 2 (May 1998 |1992]): 1-36 yeniden basım, Pierre Bourdieu et al. The Weight of the World: A Study in Social Suffering (Cambridge: Polity Press, [1993], 1999), 140-167.

[3] Loïc Wacquant, “Three Pernicious Premises in the Study of the American Ghetto,” International Journal of Urban and Regional Research 21, 2 (June 1997)0 341-353; “ ‘A Black City within the White’: Revisiting America’s Dark Ghetto,” Black Renaissance 2, 1 (sonbahar-winter 1998): 141-151; and “The New ‘Peculiar Instution’: On the Prison as Surogate Ghetto,” Theoretical Criminology 4 (2000): 377-389.

  • Fransızca’da önce menestier sonra mistier ve mestier olarak karşılanan ve günümüzde bakanlık anlamına gelen ministère kelimesi, Latince’de hizmetkârın görevi, hizmet, görev anlamında kullanılan ministerium’dan türemiştir. Klasik dönemde “ilahi hizmet” anlamında kullanılan kelime, Hıristiyanlık döneminde Tanrı’nın hizmetinde olanları nitelemiştir. Ayin, kutsama anlamına gelen mysterium kelimesiyle ses benzeşmesi yoluyla da kaynaşarak meslek anlamına gelen métier kelimesini oluşturur. Burada Wacquant, görev ve gizem diye çevirdiğimiz ministry ve mystery kelimeleriyle Türkçe’de meslek sırrı ifadesiyle karşılayabileceğimiz bir boyuta dikkat çekmektedir.ÇN.
  • *Kelime, dindışı anlamına geldiği gibi, meslekten olmayan şeklinde de anlaşılabilir. Din terminolojisine referansın çokluğu, Bourdieu’nün alan teorisini, Weber’in din sosyolojisinden ilhamla oluşturmasına bağlanabilir.ÇN.

İlgilenenler  Özgür Budak’ın kitapla ilgili kapsamlı bir değerlendirmesine, Emrah Göker’in Wacquant’la ilgili başka notlarını da görebileceğiniz blogundan erişebilirler. http://istifhanem.com/2011/12/02/bedenveruh-ozgur/

Ayrıca Alim Arlı da blogunda Wacquant’la ilgili yazı ve söyleşilere yer vermiş

http://alimarli.blogspot.com/search/label/Loic%20Wacquant