“Harabiyetin bir tür zarafeti olabileceğini düşünüyorum”: Enki Bilal’in Olası Dünyaları

Belgrad-Paris

1994 yılında Paris. Öğrenci kahvelerinde sürekli Bosna’dan söz edildiğini duyuyorum ve kendi kendime şaşıyorum kendi şehrimin kayıtsız uzaklığına. Herkes bunu tartışır gibi. Bir akşam aynı sofraya düştüğüm Fransız bir emlakçı, Osmanlılar buralara kadar gelmeselerdi bu sorunlar da olmazdı diyor. Evet diye mırıldanıyorum, Normandlar da kuzeyden inmeseydi, Gotlar gelmeseydi, İspanyollar Amerika’ya gitmeseydi, Araplar Kuzey Afrika’ya yayılmasaydı, Fransızlar Cezayir’e bulaşmasaydı, İngilizler Hindistan’ı rahat bıraksalardı, tüm dünya oturup kalsaydık yerimizde. Aynı yıl bir kitapçıda Enki Bilal’in dünyasıyla tanışıyorum.

1951 yılında Belgrad. Enes, Çek ve Katolik bir anneyle Boşnak ve Müslüman bir babanın oğlu olarak dünyaya geliyor. Mareşal Tito’nun altı cumhuriyet ve iki özerk bölgeyi  birarada tutan ülkesi Yugoslavya henüz bir bütün. Enes’in babası Nazilere karşı Tito’nun yanında savaşmış. Enki, Belgrad’ı harap ama canlı bir şekilde hatırlıyor. Hatırlamayı seviyor.Dokuz yaşında bir filmde rol alıyor. Adı Asfalt Üzerinde Renk. Belgrad sokaklarına tebeşirle resimler çizen bir çocuğu oynuyor. Gri daha sonra en çok sevdiği, en çok kullandığı renk olacak, söze dökülemeyecek rengi arıyorum derken bile. Bir kovboy ve bir kuş çizdiği söylenir. Paris’e büyük modacıların yanında eğitim almaya giden terzi babası, siyasi nedenlerle dönmek istemeyecektir. 10 yaşındaki Bilal ve annesi 42 saat süren bir tren yolculuğu sonunda Paris’e varırlar. Bu küçük göçmen, çok değil yirmi yıl kadar sonra, hayalini kurduğu dünyalara milyonlarca okuyucuyu izleyiciyi sürükleyecek. Çizgi romanlarla yetinmeyecek, çocukluğundan beri onu büyüleyen sinemaya da bulaşacak. Önce Alain Resnais’nin Amerikalı Amcam’ı için bir afiş tasarlayacak, sonra yine aynı yönetmenin Hayat Bir Roman filminin dekorlarının bir kısmını tasarlayacak.

Amerikalı Amcam: Depardieu'nün Gabin'i taklit ettiği sahneler unutulmaz

Werner Herzog için Yeşil Karıncaların Düş Gördüğü Yer filminin afişi, Jean Jacques Annaud’ya Gülün Adı’nın hazırlıkları için desenler derken 1989’da ilk uzun metrajını çekecek: Bunker Palace Hotel. Hayal ettiği hava araçlarının geçişi için engel oluşturduğunu düşündüğü ikiz kuleleri Manhattan görüntülerinden silecek.1998 yılında yayınladığı Yaratığın Uykusu’nda bilime, sanata, kültüre düşman, Eiffel kulesi gibi batının simgelerine saldırıp yok ederek bir tür tabula rasa oluşturmaya çalışan bir tarikat hayal edecek: OO, Obscurantis Order.

2001 yılında 11 Eylül saldırısı, bazılarının onu bir tür kahin gibi görmelerine neden olacak. Geçmişe sonuna dek açtığı gözlerle bakan bu adam, tıbbi/bilimsel bir diktatörlük hayal ederken de, hafızasını bebekliğinin ilk günlerini hatırlayacak kadar genişletmeye uğraşan canlı bir bilgi taşıyıcısı yaratırken de bizi elimizden tutup hayal gücünün bahçelerinde gezdirirken bugünden hiçbir zaman kopmuyor. O nedenle kimileri onun yaptığının bilimkurgudan ziyade siyasalkurgu olduğunu söylüyorlar.

Stalin'in çehresini unutmak ne mümkün

Yann Moulier Boutang, bir iktisatçı, Bilal’i şöyle tanımlıyor: “Racine kraliyet iktidarının tarihçisiydi, Bilal da komünizm sonrası tarihin yazıcısı”. Özgürlük vaatlerinin çalışma kamplarında bittiği bir blokla, zenginlik vaatlerinin yoksulluk gettolarında sonlandığı bir blok arasında bir rüya bölgesinden çiziyordu şimdiyse görünmez tehditlerin cisimleşmiş hayallerinden. Kesin olan şu ki esas meselesi iktidar. Değişen ya da katılaşan, öldüren ya da yaşatan, ölümlü ya da ölümsüz, uhrevi ya da dünyevi. Ve bu ikiliklerin siyah beyaz dünyaları arasında kalan gri bölgelerin gölgeli varlıkları. Hiçbirimize kaçacak yer bırakmayan, gözeneklerimize işlemiş bir iktidarın karanlık kulislerine sızarak olup biteni izleyebildiğimiz hissini yaratan çizgileri, inançsız ama atıl olmayan buruk kahramanlarıyla bizi dünyasına çağıran Enki Bilal.

Bilalİstanbul

2009 yılında İstanbul. Sergi salonu, açılıştan önce sadık hayranlar, röportaja gelmiş gazeteciler, kameramanlarla dolu. Sürekli olarak önüne getirilen afişleri imzalayan Enki, ışıksız odada güneş gözlükleriyle oturacak kadar “star” olsa da afişin arkasına bir desen çizmesini isteyen kameramanı kırmayacak kadar nazik. Saçlarının boyanmış olmasında içime dokunan bir yan var ama hala bir ergene benzeyen ince bedeni saçlarının rengine ihanet etmiyor. Sanatçının tanrısal izinin peşindeyiz imzasını isterken, eve döndükten iki saat sonra çocukların imzalı afişin üzerinde tepinip buruşturduklarını göreceğim ve kendi kendime güleceğim, Enki Bilal’e haraplıktaki güzelliği açığa çıkarıyorsunuz deyişime. Kızıp bağırıyorum ama bir yandan da al sana harap güzellik derken buluyorum kendimi. Kırışan kağıtta, kadın, minare ve kuş. Enki Bilal İstanbul’da.

Nazlı Ökten

İstanbul’daki sergisi vesilesiyle Express için yaptığım söyleşinin girişi olarak yazmıştım. Söyleşi fikrini ilk aklıma düşüren ve kolayca gerçekleştirmemi sağlayan, Enki Bilal sevgimi bilen Yekta Kopan olmuştu.

2009, Express 94

KADIN MİNARE VE KUŞ: ENKİ BİLAL İSTANBUL’DA

–       Bir kelimeyle başlamak istiyorum: harabiyet [délabrement] Belgrad’dan bahsederken harap bir şehirdi diyorsunuz, sürekli kendi kendini tamir etmeye çalışan ama başaramayan harap bir şehir. Yine de bu harap halinin güzel bir yanı vardı diye devam ediyorsunuz. Çalışmalarınızın estetik dünyası üzerine düşünürken kafamda dönüp duran kelime de bu oldu: harap. Bununla başlayalım mı?

-Bu benim için olumsuz bir kelime değil, geçmiş, tarih ve hafızanın işareti olmak anlamında biraz olumlu. Harap bir anıt, yaşamış bir anıttır, yani bir tür hayat, bir zenginlik mevhumu var burada. Harabiyet, sonun başlangıcı olarak, son aşamaya gelmiş bir şey gibi görülse bile zaman içinde harabiyetin bir tür zarafeti olabileceğini düşünüyorum. Harabiyetin vadesi, sanırım bu sadece Belgrad’ın değil Balkanlar’ın durumu bu, bitmiş bir şeyi değil de, yeniden başlama potansiyeli olanı gösterir. Çünkü harabiyet, geçici bir haldir; ama zamanda asılı kalmış gibi.

–       Sanırım Ridley Scott’un Blade Runner’da sizden aldığı görsel ilham da buydu. O zamana dek bilimkurgu evreninde pürüzsüz, pırıl pırıl, yeniymiş gibi tarif edilen gelecekten farklı bir gelecek hayali görüyoruz. Geleceği, zamanın nesneler üzerindeki etkisinde tanıyoruz. Herkesin tek tip giyinip birbirine benzediği homojen  bir kitle değil, melezleşmenin etkisiyle karmakarışık bir diller ve görüntüler dünyasının katmanları soyulmuş estetiği.

– Evet, bu bilimkurgunun geleceği daha   gerçek olan üzerine, bugün üzerine kurulu bir bakış açısından kestirmeye çalıştığı bir zamandı. Birçok yaratıcı, birçok yazar gibi, benim gibi, başka çizerler gibi Ridley Scott da geleceğin ne şekilde başka olacağı sorusunu soruyor yani bugünden, ama aynı zamanda geçmişin hatırasından yola çıkarak geleceğin nasıl olacağını anlamaya çalışıyor. Bu birleştirme, artık bilimkurgunun kırklı ellili yıllarda olduğu gibi temiz bir gelecek, kaygan bir gelecek, yeniden icat edilmiş bir gelecek olmamasına, bugün üzerine kurulu, zaman, yaşlanma, haraplanma üzerine kurulmasına neden oldu. Bunlar, birbirini izleyen melezleşme tabakaları, insan topluluklarının, kültürlerin melezleşmesi, çatışma, savaş… Halihazırdaki dünya, Blade Runner’ın bilimkurgusunu takip ediyor. Şu anda, on onbeş yıl öncesinin bilimkurgusunun dünyasındayız. Bundan on onbeş yıl önce bugünün dünyası kurgulanmış olsaydı bilimkurgu bu denirdi ama bugünün gerçekliği bu.

Söyleşinin tamamı için enkibilal‘e tıklayabilirsiniz.