2002 yılında Cogito’nun Hayvan temalı sayısı için yazdığım yazıyı bloga yükleyip yüklememekte tereddüt ediyordum bir süredir. Çünkü bu yazının yayınlamasından sonra hayvanlarla ilgili özel bir duyarlılığım olduğu düşüncesiyle ciddi bir dernekleşme sürecine katılma ya da görüş açıklama gibi öneriler aldım. Doğrusu kendimi tuhaf hissetmiştim, çünkü hiç hayvan beslememiştim, vejetaryen değildim, doğru dürüst hayvansever bile sayılmazdım. Bugün de günlük hayatımda hayvanlarla haşır neşir değilim ama insan merkezli bakış açımızın sorunlarının da farkındayım. Dolayısıyla çoğu kez olduğu gibi, yazarken kendimi de sorguladım. Yazı biraz daha uzun, seçilmiş bazı bölümlerini buraya aldım.
Merak eden Cogito’nun Yaz 2002 tarihli 32 sayısının 132-140. sayfalarına göz atabilir.
Hayvan: Kimin Kurbanı?
[…]
Aydınlanma’nın Diyalektiği’nin Notlar ve Taslaklar bölümünde yer alan “İnsan ve Hayvan” başlıklı pasajın ilk cümlesi şöyledir: “Avrupa tarihinde insan düşüncesi ifadesini hayvandan farklı oluşta bulur”[1]. Ancak tüm diğer kategoriler gibi mutlak tanımdan yoksun olan hayvanlık da sürekli bir sınır değişimine tabidir. Hayvanlık sadece Descartes’ın makine olarak tanımladığı hayvanlara özgü değildir, Darwin, insanın da hayvanlardan bir hayvan olduğunu söylemeden önce de kadınlar, köleler, çocuklar ve yabancılar hayvanlığın sınırlarında geziniyorlardı; daha doğrusu “söz”e sahip olmadıklarından içindeydiler. Ezop masallarından Rousseau’nun orangutanlarına kadar insanın doğasını ve toplumunu, iktidarın yapısını tartışmak için karşılaştırma unsuru olan hayvanlar, bazı insan gruplarının tahakküm altında yaşamasını mazur gösteren savları da sağladılar.
Hitler, muhaliflerine “domuz” ya da “pis köpek”, Bolşeviklere “hayvanlar”, Slavlara “tavşan ailesi”, Britanyalı diplomatlara “solucanlar”, Amerikalılara “tavuk beyinliler”, kendi halkına ise “koyun sürüsü” ve hatta kız kardeşlerine “aptal kazlar” diye hitap etmekten hoşlanıyordu[2]. Ari kuzey ırkı ise “maymunla insan arası yaratıklar” deniziyle çevriliydi, Dönemin propaganda filmlerinde Yahudiler açıkça şehirlere pislik ayan fareler olarak tanımlanıyorlardı. Öte yandan hayvan sevgisi, tıpkı çocuk sevgisi gibi ön plana çıkarılıyordu. Führer’in özellikle Alman çoban köpeklerine düşkünlüğününün Nazilere sirayet edişi, Adorno’ya göre rastlantı değildir. Nietzsche’nin Voltaire’e yönelttiği haksız suçlama Naziler’de yerini bulur: “belirli nesnelere ve insanlara karşı nefretlerini hayvanlara acıma biçimi altında gizlemeyi bilirler”. Faşistler, doğaya, çocuklara ve hayvanlara özel bir ilgiyle yönelip okşadıklarında bu, okşayan elin her an vuran el halini alabileceği tehdidinin yarattığı tahakküm hazzıdır. Sürekli olarak çelişkilerle oyun oynamak, Goebbels’in en güçlü taktiklerinden biridir. Aynı şekilde, Hitler 1933 yılında iktidara geldiğinden Almanya’daki tüm vejetaryen derneklerini yasaklamış ve Frankfurt’ta çıkan en önemli vejetaryen yayınını yasaklamış olmasına rağmen, Goebbels ona çizdiği her tür dünya zevkinden el çekmiş, kendini vatana adamış önder tiplemesinde Hitler’in katı bir vejetaryen olduğunu yaymayı da gerekli görmüştür. Oysa Hitler, midesindeki rahatsızlık yüzünden sebze ve meyveyle beslenmeyi tercih ediyordu. Vejetaryen, hayvansever bir Führer şefkatini ve şiddetini adil dağıtmak konusunda çok daha ikna edici görünüyor olsa gerekti.
[…]
Modern zamanlar, faşizmin hayvan konusundaki ikiliklerini hatırlatan bir egemenlik ve dostluğa tanıklık ediyor. Yunus etinden kedi köpek mamaları, toplama kampını andıran tavuk çiftlikleri, deri giysilerin cinsel çekiciliği, kitlesel hayvan kıyımı ve ev hayvanlarına aşk misali bağlılık. Uygar dünyanın süpermarketleri et, kaldırımları köpek dışkısı dolu. Uygarlık doğayı yeniden ve sürekli evcilleştirse de onun tehditlerinden kurtulamadı. Deli dana gibi hastalıklara kadar uzanmaya gerek yok, birçok insan için köpek korkusu, arkaik bir imgenin geri dönüşünden çok, bastırılan, zorunlu itaatin, dostça bir anlaşmanın ardına gizlenen hayvanların intikamından korkmak gibidir. Diğerleri içinse hayvan sevmemek sanki uygarlığın hayvanlar üzerindeki tahakkümünün başarısına (yani insanın kesin ve tartışılmaz üstünlüğüne) inanmama vesilesiyle bir uygar olamama işaretidir. Türkiye’de son dönemde sokak köpekleriyle ilgili tartışmanın kitle iletişim araçlarında bu denli görünür hale gelmesi, hayvan haklarını insan haklarından daha fazla önemsediğinden şüphelenilen üst orta sınıf kadınlarla, uygarlıktan uzak olmakla suçlanan erkekler arasındaki bir tartışma gibi görünmesi ilginçtir. “Modern” ile “geleneksel”in yeni bir savaşı!
Türkiye’de 1980’lere kadar evde beslenen köpek “fifi”ydi. Bir züppelik ve özenti alametiydi. Bir de fabrika bahçelerinde beslenen büyük köpekler vardı; sanki üretimi koruyan kollayan. Mülkiyeti koruyan köpeklerle, oyuncak muamelesi gören süs köpekleri, doksanlarda yerini “dost” köpeklere bıraktı. İnsanlara güvenini kaybetmiş, yalnızlaşmış bireylerin can dostları. Cinsleriyle –yaygın deyişle markalarıyla- anıldıkça toplumsal statü simgesi olarak da benimsendiler. Çoğu zaman bakımları devredildi, köpekleri kapıcılar gezdirdi, olsun! Geçmişte Fransızların köpeklerine Paşa adını koymayı pek sevmesine nispet, Kont ismi verilen köpeklerin isimleri, artık sahiplerinin yaratıcılığını ve tekilliğini gösteren işaretler halini aldı. Ev hayvanlarımızla, başka insanların nasıl bir arada yaşayacağına dair basit ilkeler belirginleşmediğinden çoğu zaman gerginlik konusu oldular; insan sevgisiyle hayvan sevgisi sürekli bir hiyerarşi terazisinde tartıldı. Birey, yurttaş, hemşeri olma sorunlarımız onlar üzerinden yaşanmaya başladı.
Ev hayvanları çeşitlendi, kafesteki kuşların sorunsuz varlığı, yerini kendi huyuna sahip olma özelliği taşıyan birey-hayvanlara bıraktı. Köpeklerin sorgusuz itaatine karşı kedilerin bağımsız dikkatini yüceltenler, bir hayvanla bir arada yaşamanın, onu kontrol altında tutmayı gerektirmediğini hatırlattılar. Faydadan uzak tutulan ev hayvanları, sevgiye ve anlama boğulurken, genel bir türün parçası olmaktan çıkıp kişileştiler. Sürülerindeki ineklerin ailesini ve özelliklerini neredeyse dört beş kuşağa dek hatırlayan kabileleri hatırlatacak kadar önem kazandı hayvanın soy ve huy bilgisi. Çocukların birer hayvan sahibi olması, sevme ve sevilme, sorumluluk ve karşılıklılık duygularını öğrenebileceklerinin koşulu olarak tanımlanıyor artık. Çocukların, sosyalleşme sürecinin aşamalarını hayvanlar aracılığıyla öğrenip benimsemeleri bekleniyor. Alışveriş merkezlerindeki evcil hayvan dükkanlarının vitrinlerine yapışmış çocuklar, anne babalarını canlı oyuncaklar haline getirilmiş bu yaratıklardan bir tane almaları için zorluyorlar. Kuzey ülkelerinden gelen türler yaz sıcaklarında dayak yemiş gibi yere yapışıyorlar ve sahiplerinin evlerindeki klimalardan aman diliyorlar. Bu egzotik oyuncaklar elbette köpeklerle sınırlı değil, maymunlardan binbir renkli papağanlara kadar uzanıyorlar. Sahip olma güdüsü, bir canlıya eşya gibi sahip olunabileceği yanılsamasıyla birleşerek ticaretin boyutlarını, bu ticaret sırasında köleleştirilen, eziyet gören hayvanların sayısını arttırıyor. Televizyon dizilerinin sevimli hayvanları, fazla sorun çıkarırlarsa sopanın ucunu göreceklerini biliyorlar. Sevimli ayıcık imgeleriyle büyümüş çocuklar, kendilerini korumaları gereken bir dünyada yaşadıklarının farkına geç bir travmayla varıyorlar. Hayvanlar konusundaki tasarımlarımızda “insan” gibi yaşanır bir dünya kurmakta olduğumuzdan daha becerikli sayılmayız. Sömürgeciliğin “soylu vahşi” hayali devam ediyor.
Bugün, tanımadığımız, tanımak istemediğimiz, sürüsüyle aynı adı vermek istediğimiz tekilliklerini türün başlığı altında reddettiğimiz her şeyi ve herkesi hayvanlaştırabiliriz, hayvanları da. Ya da tekilliğini teslim ettiğimiz ya da -kimbilir- kurguladığımız hayvanları basit birer hayvan olmaktan çıkarabiliriz. Sınıflandırma, modern çağın bilgisinin en büyük dayanaklarından biri olduğu gibi, en sarsıcı yanılgılarını da yaratan bir bilme tekniği. Keskin bir bıçak: çok yararlı ve çok tehlikeli. Mezbahalar, hepsi birbirine benzer diye düşündüğümüz hayvanlarla dolu. İnsan kasapları, “öteki” insanları, hepsinin aynı soyun birbirine benzeyen ürünleri olduğu düşüncesiyle rahatça katlediyorlar.