Oyuncak hayvan mı hayvan oyuncak mı mutlak kurban mı?

2002 yılında Cogito’nun Hayvan temalı sayısı için yazdığım yazıyı bloga yükleyip yüklememekte tereddüt ediyordum bir süredir. Çünkü bu yazının yayınlamasından sonra hayvanlarla ilgili özel bir duyarlılığım olduğu düşüncesiyle ciddi bir dernekleşme sürecine katılma ya da görüş açıklama gibi öneriler aldım. Doğrusu kendimi tuhaf hissetmiştim, çünkü  hiç hayvan beslememiştim, vejetaryen değildim, doğru dürüst hayvansever bile sayılmazdım. Bugün de günlük hayatımda hayvanlarla haşır neşir değilim ama insan merkezli bakış açımızın sorunlarının da farkındayım. Dolayısıyla çoğu kez olduğu gibi, yazarken kendimi de sorguladım. Yazı biraz daha uzun, seçilmiş bazı bölümlerini buraya aldım.

Merak eden Cogito’nun Yaz 2002 tarihli 32 sayısının 132-140. sayfalarına göz atabilir.

Hayvan: Kimin Kurbanı?

[…]

Aydınlanma’nın Diyalektiği’nin Notlar ve Taslaklar bölümünde yer alan “İnsan ve Hayvan” başlıklı pasajın ilk cümlesi şöyledir: “Avrupa tarihinde insan düşüncesi ifadesini hayvandan farklı oluşta bulur”[1]. Ancak tüm diğer kategoriler gibi mutlak tanımdan yoksun olan hayvanlık da sürekli bir sınır değişimine tabidir. Hayvanlık sadece Descartes’ın makine olarak tanımladığı hayvanlara özgü değildir, Darwin, insanın da hayvanlardan bir hayvan olduğunu söylemeden önce de kadınlar, köleler, çocuklar ve yabancılar hayvanlığın sınırlarında geziniyorlardı; daha doğrusu “söz”e sahip olmadıklarından içindeydiler. Ezop masallarından Rousseau’nun orangutanlarına kadar insanın doğasını ve toplumunu, iktidarın yapısını tartışmak için karşılaştırma unsuru olan hayvanlar, bazı insan gruplarının tahakküm altında yaşamasını mazur gösteren savları da sağladılar.

Führer merhamet gösterisinde

Hitler, muhaliflerine “domuz” ya da “pis köpek”, Bolşeviklere “hayvanlar”, Slavlara “tavşan ailesi”, Britanyalı diplomatlara “solucanlar”, Amerikalılara “tavuk beyinliler”, kendi halkına ise “koyun sürüsü” ve hatta kız kardeşlerine “aptal kazlar” diye hitap etmekten hoşlanıyordu[2]. Ari kuzey ırkı ise “maymunla insan arası yaratıklar” deniziyle çevriliydi, Dönemin propaganda filmlerinde Yahudiler açıkça şehirlere pislik ayan fareler olarak tanımlanıyorlardı. Öte yandan hayvan sevgisi, tıpkı çocuk sevgisi gibi ön plana çıkarılıyordu. Führer’in özellikle Alman çoban köpeklerine düşkünlüğününün Nazilere sirayet edişi, Adorno’ya göre rastlantı değildir. Nietzsche’nin Voltaire’e yönelttiği haksız suçlama Naziler’de yerini bulur: “belirli nesnelere ve insanlara karşı nefretlerini hayvanlara acıma biçimi altında gizlemeyi bilirler”. Faşistler, doğaya, çocuklara ve hayvanlara özel bir ilgiyle yönelip okşadıklarında bu, okşayan elin her an vuran el halini alabileceği tehdidinin yarattığı tahakküm hazzıdır. Sürekli olarak çelişkilerle oyun oynamak, Goebbels’in en güçlü taktiklerinden biridir. Aynı şekilde, Hitler 1933 yılında iktidara geldiğinden Almanya’daki tüm vejetaryen derneklerini yasaklamış ve Frankfurt’ta çıkan en önemli vejetaryen yayınını yasaklamış olmasına rağmen, Goebbels ona çizdiği her tür dünya zevkinden el çekmiş, kendini vatana adamış önder tiplemesinde Hitler’in katı bir vejetaryen olduğunu yaymayı da gerekli görmüştür. Oysa Hitler, midesindeki rahatsızlık yüzünden sebze ve meyveyle beslenmeyi tercih ediyordu. Vejetaryen, hayvansever bir Führer şefkatini ve şiddetini adil dağıtmak konusunda çok daha ikna edici görünüyor olsa gerekti.

[…]

Modern zamanlar, faşizmin hayvan konusundaki ikiliklerini hatırlatan bir egemenlik ve dostluğa tanıklık ediyor. Yunus etinden kedi köpek mamaları, toplama kampını andıran tavuk çiftlikleri, deri giysilerin cinsel çekiciliği, kitlesel hayvan kıyımı ve ev hayvanlarına aşk misali bağlılık. Uygar dünyanın süpermarketleri et, kaldırımları köpek dışkısı dolu. Uygarlık doğayı yeniden ve sürekli evcilleştirse de onun tehditlerinden kurtulamadı. Deli dana gibi hastalıklara kadar uzanmaya gerek yok, birçok insan için köpek korkusu, arkaik bir imgenin geri dönüşünden çok, bastırılan, zorunlu itaatin, dostça bir anlaşmanın ardına gizlenen hayvanların intikamından korkmak gibidir. Diğerleri içinse hayvan sevmemek sanki uygarlığın hayvanlar üzerindeki tahakkümünün başarısına (yani insanın kesin ve tartışılmaz üstünlüğüne) inanmama vesilesiyle bir uygar olamama işaretidir. Türkiye’de son dönemde sokak köpekleriyle ilgili tartışmanın kitle iletişim araçlarında bu denli görünür hale gelmesi, hayvan haklarını insan haklarından daha fazla önemsediğinden şüphelenilen üst orta sınıf kadınlarla, uygarlıktan uzak olmakla suçlanan erkekler arasındaki bir tartışma gibi görünmesi ilginçtir. “Modern” ile “geleneksel”in yeni bir savaşı!

Türkiye’de 1980’lere kadar evde beslenen köpek “fifi”ydi. Bir züppelik ve özenti alametiydi. Bir de fabrika bahçelerinde beslenen büyük köpekler vardı; sanki üretimi koruyan kollayan. Mülkiyeti koruyan köpeklerle, oyuncak muamelesi gören süs köpekleri, doksanlarda yerini “dost” köpeklere bıraktı. İnsanlara güvenini kaybetmiş, yalnızlaşmış bireylerin can dostları. Cinsleriyle –yaygın deyişle markalarıyla- anıldıkça toplumsal statü simgesi olarak da benimsendiler. Çoğu zaman bakımları devredildi, köpekleri kapıcılar gezdirdi, olsun! Geçmişte Fransızların köpeklerine Paşa adını koymayı pek sevmesine nispet, Kont ismi verilen köpeklerin isimleri, artık sahiplerinin yaratıcılığını ve tekilliğini gösteren işaretler halini aldı. Ev hayvanlarımızla, başka insanların nasıl bir arada yaşayacağına dair basit ilkeler belirginleşmediğinden çoğu zaman gerginlik konusu oldular; insan sevgisiyle hayvan sevgisi sürekli bir hiyerarşi terazisinde tartıldı. Birey, yurttaş, hemşeri olma sorunlarımız onlar üzerinden yaşanmaya başladı.

Ev hayvanları çeşitlendi, kafesteki kuşların sorunsuz varlığı, yerini kendi huyuna sahip olma özelliği taşıyan birey-hayvanlara bıraktı. Köpeklerin sorgusuz itaatine karşı kedilerin bağımsız dikkatini yüceltenler, bir hayvanla bir arada yaşamanın, onu kontrol altında tutmayı gerektirmediğini hatırlattılar. Faydadan uzak tutulan ev hayvanları, sevgiye ve anlama boğulurken, genel bir türün parçası olmaktan çıkıp kişileştiler. Sürülerindeki ineklerin ailesini ve özelliklerini neredeyse dört beş kuşağa dek hatırlayan kabileleri hatırlatacak kadar önem kazandı hayvanın soy ve huy bilgisi. Çocukların birer hayvan sahibi olması, sevme ve sevilme, sorumluluk ve karşılıklılık duygularını öğrenebileceklerinin koşulu olarak tanımlanıyor artık. Çocukların, sosyalleşme sürecinin aşamalarını hayvanlar aracılığıyla öğrenip benimsemeleri bekleniyor.  Alışveriş merkezlerindeki evcil hayvan dükkanlarının vitrinlerine yapışmış çocuklar, anne babalarını canlı oyuncaklar haline getirilmiş bu yaratıklardan bir tane almaları için zorluyorlar. Kuzey ülkelerinden gelen türler yaz sıcaklarında dayak yemiş gibi yere yapışıyorlar ve sahiplerinin evlerindeki klimalardan aman diliyorlar. Bu egzotik oyuncaklar elbette köpeklerle sınırlı değil, maymunlardan binbir renkli papağanlara kadar uzanıyorlar. Sahip olma güdüsü, bir canlıya eşya gibi sahip olunabileceği yanılsamasıyla birleşerek ticaretin boyutlarını, bu ticaret sırasında köleleştirilen, eziyet gören hayvanların sayısını arttırıyor. Televizyon dizilerinin sevimli hayvanları, fazla sorun çıkarırlarsa sopanın ucunu göreceklerini biliyorlar. Sevimli ayıcık imgeleriyle büyümüş çocuklar, kendilerini korumaları gereken bir dünyada yaşadıklarının farkına geç bir travmayla varıyorlar. Hayvanlar konusundaki tasarımlarımızda “insan” gibi yaşanır bir dünya kurmakta olduğumuzdan daha becerikli sayılmayız. Sömürgeciliğin “soylu vahşi” hayali devam ediyor.

Çocukluğumun Flipper’ının eğitimcisi Ric O’Barry, yunusun intiharına tanıklık ettikten sonra yunus parklarına karşı mücadele eden bir aktivist olmuştu

Bugün, tanımadığımız, tanımak istemediğimiz, sürüsüyle aynı adı vermek istediğimiz tekilliklerini türün başlığı altında reddettiğimiz her şeyi ve herkesi hayvanlaştırabiliriz, hayvanları da. Ya da tekilliğini teslim ettiğimiz ya da -kimbilir- kurguladığımız hayvanları basit birer hayvan olmaktan çıkarabiliriz. Sınıflandırma, modern çağın bilgisinin en büyük dayanaklarından biri olduğu gibi, en sarsıcı yanılgılarını da yaratan bir bilme tekniği. Keskin bir bıçak: çok yararlı ve çok tehlikeli. Mezbahalar, hepsi birbirine benzer diye düşündüğümüz hayvanlarla dolu. İnsan kasapları, “öteki” insanları, hepsinin aynı soyun birbirine benzeyen ürünleri olduğu düşüncesiyle rahatça katlediyorlar.


[1] Horkheimer, M., Adorno T.W., Aydınlanmanın Diyalektiği Felsefi Fragmanlar II, Kabalcı Yayınevi, 1996 s.162, çev. Oğuz Özügül.

[2] Kersaw I., Hitler: 1936-1945: Nemesis, W.W.  Norton & Company

The Newsroom ya da Haberlerin Masumiyeti

Adamımız adeta Cumhuriyetçi kılığında bir Demokrat

Belki de büyük beklentilerle oturduğum için ekranın karşısına, The Newsroom’un ilk bölümünün başından, sakız çiğnemişim de şekeri bitmiş, nereye atacağımı şaşırmışım hissiyle kalktım. HBO nam Amerikan kanalının, yorgun bir günün sonunda beni aptal yerine koymayan üstelik de kimi zaman televizyonu sanata yaklaştıran (The Sopranos gibi) işlerinden birini bekliyordum. Dediğim gibi hem kendimi akıllı hissedecek hem de zaman öldürdüğümü düşünmeden eğlenebilecektim. Kayıp Amerikan ruhunu restore etme iddiasındaki bu senaryonun ve hatta kastın, kimi yerde bir Mavi Ay esprisiyle yapımcı ve sunucu arasındaki bir sonuca varmayacak ve bir sonuca varmayacağı için de hep arzuları gıdıklayacak (bkz. objet petit a) ilişkisini, donanma eskisi alkolik ama ahlaklı kanal yöneticisini, edepli duygulara hitap eden bol yaylı müziği (bu bende hep işe yarar, yaylılar yükseldi mi otomatik olarak hislenirim) bir nevi iyi çalışılmış kitsch gibi seyretmeye başladım.

Örneğin altıncı bölüm olgun, eğitimli, sağduyulu batılı yetişkinlerin aşkı konusunda didaktik bir yol göstermeydi adeta: kadının adama St. Valentin hediyesi, Mısır’da kaçırılan haber kaynağının fidyesine katkıda bulunmak üzere sıraya girmiş habercilerdi. Herhalde bu düzeydeki insanlar birbirlerine çiçekti çikolataydı yüzüktü saatti hediye edecek değillerdi. Kimi zaman yanlış anlaşılsa da merhametli ve adil babaya hakkını teslim etmeyi bilen çocuklar, bir kadının verebileceği en büyük hediye değil midir! Sık sık ekrana elimdekileri fırlatma hissi veren klişelerin dönüp dönüp gelmeye başlaması, ekranla kurduğum “love to hate” ilişkisi açısından bana zevk bile veriyordu.

Usame Bin Ladin’in yakalandığı bölüm ise televizyonculuk tarihine gerçek bir kitsch örneği olarak geçebilecek kadar müdanasızdı. Düşmanın öldürülmesiyle mesele halloluyor, polis zenciyi kovalamayı bırakıyor, sihirli cümle kutsal bir armağanmışçasına kulaktan kulağa fısıldanıyor, bütün o kuşkucu, sorgulayıcı, alaycı adamların ve kadınların yerini sonsuz bir tatmin duygusuyla kucaklaşan bir güruh alıyordu. Birleşik Devletler’in neyin karşısında birleşmesi gerektiğini gösterdiği parmağı gözümüze sokan bölümü izlediğim gün, CNN,  A.B.D’nin Libya Büyükelçisi’nin,  Müslümanların Masumiyeti adında bir filmde Hz. Muhammed’in küçük düşürülmesi nedeniyle öldürüldüğünü anlatıyordu. Hemen arkasından yayınlanan haberlerde, prodüktörün oyuncuları kandırdığını, bilse böyle bir filmde asla oynamayacağını söyleyen bir kadıncağız göz yaşları içindeydi. Yeni bir Şeytan Ayetleri vakası demeye dilim varmıyor. İnsanın Müslümanlara asıl hakaret, internette gördüklerim doğruysa değil B sınıfı film, skeç olarak bile kimsenin yayınlamayacağı, bluebox görüntülerin, kötü oyunculuğun, dokununca elde kalan dekorların beş dakikadan fazla seyretmeyi imkansız kıldığı, müsamere denirse müsamereye ayıp edilecek bir “şeyi” ciddiye aldıklarını söylemek olurdu; nerede Hıristiyanlar’ı ayağa kaldıran görkemli Günaha Son Çağrı, nerede bu paçavra diyesi geliyor ama neyse İslami elitizm bana düşmez.

Clinton ve Obama’nın açıklamaları, Dışişleri Bakanlığı’nın girişinde görev başında ölmüş olanlar gibi adının mermere kazınacağını, dünyanın daha fazla Chris Stevens’a (yani özgürlük savaçılarına) ihtiyacı olduğunu  söylerken, Libyalılar’ın da Stevens’ın yanında savaştıklarını, onu koruduklarını, hastaneye götürdüklerini ekleseler de, kızgın kalabalıklar, kendilerine verilen rolde bu “şey” karşısında gösterdikleri tepkiyle “özgürlük düşmanı” rolünü bir kez daha başarıyla dolduruyorlardı. Hatırlatalım, burada derdimiz, olguların haber olarak nasıl kurgulandığı, “gerçeğin” ne şekilde paketlenip sunulduğu. Yani Ortadoğu’daki dönüşümleri değil, bu dönüşümlerin ne şekilde temsil edildiğini anlamaya çalışıyoruz. Sadece Amerikan ya da Avrupa kamuoyunda değil, bizde de Arap Baharı’nın özgürlük peşindeki gerçek yurttaşlarının yerini, çabucak ağzı köpüklü bir kalabalık imgesi alıveriyor. Belki ileride mikro yöntemlerle “aşağıdan tarih” çalışanlar, önümüze sunulan bu klişeler ziyafetini çaresizce izlesek de yutmadığımızı yazarlar. Haberler üzerimize yağarken süzgecimizi hazırlamayı unutmayalım.

“Toplumun içinden çıkan, ama onun üzerine yerleşen ve ona giderek daha da yabancı hale gelen bu iktidar, devlettir”

Devletin/devletlerin hayatımızda işgal ettiği yer hakkında ağır sorularla kanlı cevapların dört bir yanı işgal ettiği dönemlerden geçiyoruz. Yukarıdaki başlığı alıntıladığım, Marc Abélès’in Devletin Antropolojisi‘ni 1998 yılında Kesit Yayınları’nın önerisi üzerine çevirmiştim. Çevirirken çok şey öğrendiğim, sadece devletli toplum/devletsiz toplum, toplum sözleşmesi, modern siyasi ritüeller üzerine değil, antropoloji/felsefe/siyaset bilimi ayrımları üzerine de düşünmemi sağlayan bir çalışma olmuştu. Kitabı okumuş bir twitter kullanıcısından bu baskısı tükenmiş kitabın fotokopilerinin elden ele gezdiğini öğrendikten bir kaç gün sonra, Dipnot Yayınları’ndan kitabı tekrar basmakla ilgilendiklerini belirten bir e-posta aldım.  O yıllarda çeviri sonrası fazla müdahil olamadığım için hemfikir olmadığım bazı söyleyişler taşıyan metnin üzerinde bir kez daha çalışma fırsatı doğdu. O nedenle bu yeni baskı, ilkinden bazı farklılıklar içeriyor. Aşağıda koyduğum birkaç alıntı kitabın tartıştığı meseleler hakkında bir fikir verebilir.

Abélès M., Devletin Antropolojisi, Dipnot Yayınları, 2012.

Gözden geçirilmiş yeni baskı

“Maine, Roma toplumunda evlat edinme pratiğinin öneminin altını çizer. Bu örnekte devletin doğal bir kökeni olduğu inancının akrabalık grupları arasında gerçekleştirilen dalavereleri ne ölçüde gizlediği gözlenmektedir. Burada dikkatimizi çekmesi gereken şey, çok arkaik bir dönemde aile ilişkilerini sürdürmeye ve geliştirmeye yardım eden “yasal kurguların” devreye sokulmasıdır. Her şey, sanki bireylerin birlikte yaşamak için ortak soyağacı bağları göstermeye ihtiyaçları varmış gibi cereyan etmektedir. “Yeni gelenler kendilerini, gelip eklenmiş bulundukları halklarla aynı soykütüğünden gelmiş gibi göstermek zorundaydılar” (1959, 108). Olgular ile değerler arasındaki bu düzlem farklılığından, Maine’in çıkardığı sonuç, bütün toplumların ortak bir soya dayanmaktan uzak oldukları, ama varlıklarını uyumlu bir biçimde sürdürebilmek için bu inanca ihtiyaç duyduklarıdır. Yine de arkaik gruplanmaların “bir ebeveynler birliği ilkesi ya da modeli” üzerine örgütlendikleri doğrudur. Eğer işler bir evrim geçirdi ise, bu, cemaatlerin belli bir dönemde kendi içlerine kapanmış olmaları yüzündendir. Bunlar böylece ayni kökenlerden geldiklerini ilan edemeyecek gruplarla çevrelenmiş aristokrasiler haline geldiler. Bu ayrışık gruplar arasındaki tek birleştirici özellik olarak toprak bitişikliliği ilkesi, böylece ortaya çıktı.

İşte, akrabalık ve kanbağı göndermeleriyle örgütlenmiş bir toplumdan, bugün bildiğimiz ülkesel [territorial] devlet tipine geçiş sorununu bir parça aydınlatan şey. Her türlü şıkta, Maine, ona göre, insanlığın tanıdığı iki büyük evre arasındaki geçişin kabul edilebilir bir açıklamasını sunmaya imkân verecek bir varsayım önermekte tereddüt etmez. Bu geçiş, sözleşmesiz, yani siyasal bağın varolmadığı bir doğal al önvarsayımının olmadığı bir geçiştir. Ancient Law yazarına göre, kan bağı modeli siyasal ilişkiyi biçimlendirmekte ve ona iki yönlü bir nitelik kazandırmaktadır.”

İlk baskı

” […]Weber’in, “bir toplumsal ilişki içinde, direnişlere karşı kendi iradesini galip getirme şanslarının -neye dayandıklarının pek de önemli olma-dan- tümü “şeklindeki güç tanımı, çatışmalı ilişkilerin varlığını içerir (1971, 56). Bu bağlamda iktidar ilişkisi, tahakkümle eş anlama gelir; bu da mantıksal olarak Weber’i, “bir gruplaşma, idari yönetimi nedeniyle her zaman biraz da bir tahakküm gruplaşmasıdır” saptamasına götürür (a.g.e., 56). Bu bağlamda devlet, öteki tahakküm gruplaşmaları arasında bir tür olarak görünür: idari yönetiminin, meşru şiddet tekelinin hak talebinde bulunduğu bir tahakküm grubu. Her şey, sanki kişiler, bir egemene bırakmak üzere önceden tekil güçlerinden vazgeçmişler gibi cereyan ettiğinden, birçok açıdan Hobbesçu bir kavrayış söz konusudur. Devlet bu şiddet geriplanı üzerine kurulur: farklı tarihsel şekilleriyle meşru tahakkümü somutlaştırır […]

Weber bu açıdan, Engels’in, devleti “toplumun resmî özeti” olarak nitelediği klasik metinde ifade edildiği haliyle Marksist geleneğe daha yakındır: devlet ezelden beri varolmak şöyle dursun, toplumsal çelişkiler hasım çıkarların düzensiz çarpışmasına yeterince dayanıklı bir siyasal yapının varlığını gerekli kılacak derecede arttığında, tarihsel olarak ortaya çıkar. Devlet, o toplumun önleyemediği uzlaşmaz karşıtlıklarla bölünerek kendi kendisiyle çözülmez bir çelişkiye saplandığının itirafıdır. Ama hasım tarafların, karşıt iktisadi çıkarlara sahip sınıfların birbirlerini ve toplumu yiyip bitirmemeleri için, görünürde toplumun üzerinde olan bir iktidarın çatışmayı yumuşatması ve düzeni sağlaması ihtiyacı doğar: “toplumun içinden çıkan, ama onun üzerine yerleşen ve ona giderek daha da yabancı hale gelen bu iktidar, devlettir”

Miftah – 4 | Nazlı Ökten, 16 Ağustos 2012

Bourdieu sosyolojisi üzerine söyleştik.

Richard Sennett anlatmış gençlerin işsizliğini, Türkçeleştirdim: Kuzuların Sessizliği

İşler nerede?

Richard Sennett, ne yazsa ilgiyle okuduğum sosyal bilimcilerden biri (üstelik yemek yapmayı ciddiye alıyor ki bu beni özellikle ilgilendiriyor) . Corrosion of Character (Karakter Aşınması: Yeni Kapitalizmde İşin Kişilik Üzerindeki Etkileri), The Hidden Injuries of Class (Gizli Sınıf Yaraları) ve The Culture of New Capitalism (Yeni kapitalizmin kültürü), yaşadığımız zamanları anlamak için sadece sosyal bilimcilere değil, şu ya da bu şekilde yaşadıklarını, içinde bulundukları dünyayı anlamlandırma peşindeki herkese hitap edebilecek kitaplar. Bir kongrede kendisini dinlerken hiçbir sahtelik içermeyen tevazu ve içtenliği, akademide az bulunur özellikler olduğu için beni ayrıca şaşırtmıştı. Guardian’da gençlerin işsizliğiyle ilgili yazısını ve özellikle öğrencilerine yönelik kişisel tonunu gördüğümde ilk aklıma gelen, daha çok insanla paylaşmak için Türkçe’ye çevirmek oldu.(Sadece İngilizce bilmeyenler açısından değil, İngilizce bilenlerin bile kimi zaman yabancı dilde okumaya üşendiğini gözlemliyorum) Hızlıca yaptım; hatalara ya da aksak söyleyişlere rastlarsanız uyarmakta tereddüt etmeyin. İngiltere bir çok tarihçi için kapitalizmin anavatanı ve geç kapitalizm, ileri kapitalizm, neoliberalizm ne diyorsanız artık, tüm bunlar açısından da tarihsel bir laboratuar oluşturan bir ülke. Casino banking dedikleri kumarhane finansının da Thatcherism’le ifade edilen demir yumruklu laissez faire‘in de memleketi. Bu adada neler olup bittiği, bu yüzden önemli. Sennett Rus göçmeni bir aileden, Chicago’da doğmuş olmasına rağmen aslen İngiltere’den konuşan ve kamusal entelektüel figürünü, talking head (konuşan kafa; televizyonda hergün onlarla fikirlerini çılgınca bir tutkuyla savunurken karşılaşıyorsunuz) kıvamına düşmeden ayakta tutmayı başaran bir sosyal bilimci. Çalışma hayatı, iş dünyası, uzun süredir üzerinde çalıştığı mevzular.

İş bulma, işini kaybetme korkuları, giderek daha çok insanı derinden etkiliyor. Beyaz yakalı işsizliği, 21. yüzyılın başında birbirini izleyen krizlerle yaşadığımız sarsıntılar aracılığıyla tanıştığımız görece yeni bir olgu. Geçmişte, üniversite eğitimi neredeyse ömür boyu bir iş güvencesi sağlarken, günümüzde, çok kişi arasından elemeye yönelik uzun bir listedeki maddelerden biri. Üniversite yönetimlerinin bunu, iş dünyasıyla yeterince bütünleşemediğinin bir işareti sayıp, giderek eğitimin akademik içeriğinden çok pratik sonuçlarına yöneltecek eğitim politikalarını desteklemesi, üniversiteyi içinden gelip geçilecek demirden bir boruya çeviriyor öğrenciler için. Bu açıdan bakıldığında Sennett’in hem öğrencileri hem üniversite eğitiminin içeriği konusundaki kaygıları Türkiye için de çok şey ifade ediyor. Türkiye’de örneğin sosyal bilimlerde, üniversite eğitiminin neredeyse ilk iki yılını üniversiteye giriş sınavından yorgun argın ve test sistemiyle zihinleri düzlenmiş şekilde gelen öğrencilerimizi düşünmeye davet ederek, diğer iki yılı ise, üçüncü sınıftan itibaren iş bulma, çalışmaya başlama telaşına düşen öğrencilerimizi okulda tutmaya çalışarak geçiyor (tabii bunu, akademiye inancını koruyan öğretim üyeleri açısından söylüyorum, başka bir grup için sınıf kapısı kapalı olduğu ve öğrenciler içeride tutulduğu sürece sorun yok!).

Üniversite eğitiminin demokratikleşmesi çok yeni; bunu izleyen süreçte, hızla üniversitelerin kendi aralarında çeşitli kriterlerle bir hiyerarşiye tabi tutulması (A.B.D’de Ivy Ligue örneği) ve bu kriterlerin de öğretim üyeleri üzerinde bir baskı aracına dönüşmesi üniversitenin varoluş koşulları konusunda ciddi kaygılara neden oluyor. Bu açıdan üniversiteyi, lise ve çalışma dünyası arasında mecburi bir geçiş yeri değil, bir düşünme/sorgulama/üretme alanı olarak korumak ya da o hale gelmesini sağlamak (Türkiye’de üniversitelerin YÖK’le ayrı bir darbe aldığı unutulmamalı) bilgi üretimini ciddiye alan her ülkenin meselesi olmalı.

N.Ö

Yazının aslı için aşağıdaki bağlantıyı kullanabilirsiniz.

http://gu.com/p/38nqn

Richard Sennett

BU, ÇOCUKLARIN SORUNU DEĞİL

Richard Sennett

Hepimiz biliyoruz, varolan çok az işin peşinde, çok fazla insan var. Bu, özellikle, bulabildikleri taktirde yeteneklerini de kullanmadıkları işlerle karşı karşıya olan genç mezunlar için bunaltıcı. Son on yıldır, kendi öğrencilerimle bu hazin tabloyla başa çıkmanın yollarını konuşuyorum; çözümler var tabii ama hiçbiri iç açıcı değil.

Avrupa’da neden iş olmadığı sır değil. Avrupa 30 yıl önce imalat işlerini dünyanın diğer yerlerine ihraç etmeye başladı. Bugün, Brezilya, Çin ve Hindistan gibi ülkeler, Avrupalılar’ın kendileri için saklamayı düşündükleri yüksek beceri gerektiren işleri geliştiriyorlar. İngiltere, finansal hizmetlere tutundu ama Şehir [the City, Londra’nın tarihi kent merkezi, aynı zamanda barındırdığı finans kurumlarını genel olarak adlandırmak için de kullanılıyor.çn], ülkenin açığını kapatamaz.

Bir anlamda, üniversiteler bu işi daha da kötüye götürdüler. Lisansüstü düzeyde, aşırı yüksek harçları ödeme gücü olan yabancıları daha çok kabul ediyorlar: lisansüstü dersler 15,000 £’a kadar mal olabiliyor ve bu seviyede İngiliz öğrenciler için çok az mali destek var. Yani ülke, işler kadar, becerileri de ihraç ediyor. Eğer Theresa May [daha önceki hükümet döneminde İç İşlerinden, halen Kadın ve Eşitlikten sorumlu muhafazakar bakan.çn] olsaydınız, çözümün yabancıları dışarıda tutmak olduğunu düşünebilirdiniz, ama kendi öğrencilerimiz için devlet desteği olmadan bu yüksek lisans ve doktora programları çökerdi.

Peki kişisel düzeyde bir çocuk ne yapmalıdır? Öğrencilerimle araştırdığım çözümlerden biri, dışarıya göç. Gerçekten de İngiliz diplomalarına talebin çok olduğu Latin Amerika ve Uzakdoğu’da, İngiliz mezunlar için çok sayıda iş var. Her zaman olduğu gibi, göçün insani bedeli kişisel olarak çok yüksektir. Sosyal teori gibi özel bir konuda ders verdiğim için meseleyi kendi öğrencilerime şöyle anlatıyorum: işinizi, evi terk edebilecek kadar çok umursuyor musunuz? Giderek daha fazla öğrenci olumlu cevap veriyor.

Daha az şiddetli bir cevap “esnek” işgücü piyasalarını içeriyor: “esnek”, iş güvenliği olmayan ve ilerlemesi umutları çok sınırlı kısa dönemli çalışma anlamına gelir. Eğer mevcut hükümet böyle devam ederse ve işverenler aklına estiklerinde işten çıkarma yoluna giderlerse , emek, bu şartlar altında daha da esnek hale gelir. Öğrencilerimin bununla başa çıkma yollarından biri, kitap yazmak ya da gönüllü işlerde çalışmak gibi kişisel olarak anlamlı türden gece işleriyle tahammül edilir hale gelen geçici gündüz işlerinde çalışmak. Ancak bu, sadece yüksek motivasyonlu, iç dünyalarına dönük çocuklar için bir çözüm ve kalın duvarlı bir psikolojik sığınak gerektiriyor; gündüzün stresi, güvensizliği ve depresyonu gecenin çıpasını yerinden sökebilir.

Efendilerimiz, müteşebbisi kutsuyorlar ve öğrencilerimden çok azı için, eğer başarısız olmaktan korkmazlarsa, yeni bir iş kurma seçeneği var. Küçük işletmelerin yaklaşık% 60’ı birinci yılında, %76-80’i ilk üç yılda esas olarak sermaye yokluğundan başarısız oluyor. Kooperatif bir gıda ağı kuran bir Kant öğrencim ve lezbiyen tanışma hizmeti veren bir Hegel öğrencim (Usta kimbilir ne derdi?) var; pişman olmaktansa başarısız olmak daha iyidir diye düşünüyorlar ama bu tüm bir jenerasyon için uzun vadeli bir reçete olamaz. Mevcut durumda gücüme giden, kapitalizmin yapısal bir sorununun, gençlerin hayatlarına, kişisel sorunları olarak boca edilmesidir; yurtdışına göç etmek, yeni bir iş kurmak ve gece işleri bazılarına yardım edebilir ama sistem aynı şekilde devam eder.

Buna rağmen, hükümet, iş çevreleri ve üniversiteler isterse genç mezunları gerçekten kayıp bir nesil olmaktan kurtaracak yollar var.

Bunlardan en kuvvetlisi iş-paylaşımı. Hollandalılar, devletin de mali desteğiyle tam zamanlı bir işi iki hatta üçe bölerek bunu denediler. Bu deneme, iş azlığını hayatın bir gerçeği olarak kabul ediyor ama işsizlik yardımının maliyetinden ve neden olduğu özgüveni mahveden koşullarından kaçınarak insanları işte tutacak şekilde karşılık veriyor.

İngiltere’nin, hem çıraklık sayısının azlığı hem de işte eğitime alınan gençlere karşı taahhüt yokluğuyla, gençler için çıraklığı kötü yönetme şekli karşısında dehşete düşmüştüm. Almanlar, meseleyi çok daha iyi ele aldılar: çok sayıda genç insan için işte eğitim sağladılar ve iş vaatleri gerçekti. Alman iş çevrelerinde nesiller arası bağın, mümkün olduğunda işi ihraç etmeyip ülkede tutmaya ikna etmesi tesadüf değildir; nesiller arası süreklilik, onların işletmelerine, bizim işletmelerimizin çoğunun sahip olmadığı bir sağlamlık ve ortak bilgi tabanı sağlıyor.

Bu açıdan, belki de şaşırtıcı olabilecek bir şekilde, üniversitelerin, gençleri iş dünyasına hazırlamayı, en azından şu anda yapmaya çalıştıkları şekliyle, bırakmasını istiyorum. Sorunun bir kısmı, yersiz bir uzmanlaşmadan kaynaklanıyor: eğer otelcilikte yiyecek-içecek hizmetleri lisansınız varsa ve bu alanda iş yoksa hapı yuttunuz. Üstelik, üniversiteler sözde pratik dersler alan öğrencilerin sayısını çoğaltarak, iş azlığı sorununu daha da kötüleşirdiler. Bu yıl İngiltere’de binlerce MBA’li öğrenci mezun olarak görece az sayıda iş için rekabet edecek. Genç insanlara entelektüel meydan okuma ve derinleşme kabiliyeti sağlarsak çok daha iyi ederiz ki üniversitenin amacı da zaten budur. Bu şekilde iş sayısı değil ama akademik girişimin bütünlüğü/dürüstlüğü artar.

Bugünün gençleri, kayıp bir nesilse bu, üniversite, hükümet, iş çevreleri onları başarısızlığa uğrattığı içindir. başarısızlığı önleyecek reçeteler var ama bu ilacı almak için İngiltere’nin inançlarını ve emek pratiklerini radikal bir biçimde gözden geçirmesi gerekmektedir. Bunun yerine, şimdiye kadar, kişinin iş dünyasında kendisine bir yer bulmasını kişisel bir sorun olarak kabul ettik.

Sonsuzluk havuzu

Son birkaç senedir yaz gelince tatil köyü ya da turizm şirketi reklamları arasında her zaman en dikkatimi çekenlerin, şu sınırı belli olmayan havuzlar olduğunu farkettim. Beni olduğu gibi başkalarını da rahatlatıyor olmalılar ki giderek daha sık rastlar oldum. Genelde  sırtından gördüğümüz bir kadınla birlikte  ufuklara bakmaya davet ediliyoruz suyun içinden. Genelde yüksek bir yerde, hakim bir konumdayız. İngilizce’de hoş bir ismi var:  infinity pool, sonsuzluk havuzu, bir tür oksimoron. Lüksün yeni tanımları içinde önemli bir yeri olsa da Romalılar’dan beri mevcut bir fikir olduğu biliniyor.

Bu havuz imgelerinin gıdıkladığı şey, kontrol edilebilir bir sonsuzluk arzusu. Turizmin kendisi gibi: dünyanın tehlikeli olabilecek çeşitliliğini, kontrol edilebilir bir hoşluklar dizisine çevirmek. Geçici bir süre için de olsa dünyanın efendisi gibi hissetmek. Oradaydım, gördüm, biliyorum, ele geçirdim. Pasaporttaki damgalar, yeni statü sembolleri.

Çocuklarla yaz tatiline çıkanlar bilirler, etrafta bir havuz varsa anneler babalar istedikleri kadar daha faydalı diye denize girmeye teşvik etsin, küçük çocukların bir gözü havuzdadır. Dibini görebildikleri, sınırlı bir su parçası onları çok daha fazla eğlendirir. Çocuksu korkularımızı yetişkin tekniklerle yatıştırıyor olsa gerek sonsuzluk havuzları.

Sınırsızlık arzusu, lüksün her zamanki oyuncağıysa da, sınırlar dünyamızın en kanlı gerçekleri. Şimdilerde savaş davullarının sesi duyuluyor . Tatil planlarıyla stratejik konumlanmalar birbirine dolanıyor. Sonsuzluk havuzu düşlerimi oyalıyor, gerçeğin kanlı sınırlarına çarpana kadar.

Ruh ve Beden: Sosyologdan boksör olur mu?

 

Loïc Wacquant, son dönemde çalışmaları beni en çok heyecanlandıran sosyologlardan biri. Chicago’da siyahların gettosundaki yaşantıyı, kimlik ya da anomi gibi bildik kalıpların içine hapsetmeden ama bunları da göz ardı etmeden olanca zenginliğiyle incelediği Ruh ve Beden’i (kitabın adı Body and Soul ama biz Türkçe’deki söyleyiş uyarınca ikisinin yerini değiştirmeyi tercih ettik) çevirmek benim için hem olağanüstü zevkli hem de zorlayıcı bir deneyim oldu. Wacquant’ın deyişiyle sosyolojik bir bildungsroman olan kitap, araştırma sahasına demir atmak için kendisine bir mekân, bir bağlantı arayan (sosyologların/antropologların başkalarının hayatlarına “sızmak” için gösterdikleri çaba kimi zaman acıklı bir hal alabilir!) genç bir araştırmacının, daha çok siyahların gittiği bir boks salonundaki gözlemlerinden, görüşmelerinden ve en önemlisi kendi bedensel deneyiminden yola çıkarak  ırktan cinsiyete, kentten sınıfa,  birçok meseleyi yeniden düşündüğü bir eser. Ama bir yandan da kendisi de bir boksöre dönüşen Wacquant’ın, sosyolojideki babası Pierre Bourdieu gibi, bokstaki babası DeeDee Armour‘dan el almasının hikayesi. Zaten bir hikaye şeklinde yazılmış olan son bölüm, Wacquant’ın profesyonel bir turnuvada ringe çıkışını anlatıyor. Nilüfer Göle bir söyleşisinde Ayşe Arman’a “Klasik bale yapmak için yetiştirilmiş birinin kick box yapmaya mecbur edilmesi gibi bir şey. Klasik bale koreografisi bellidir. Ama bugünkü dünyada bize diyorlar ki, ‘‘Kick box yap!’’ Kuşkusuz bu bir metafor ama Wacquant boks ringinde fiilen dövüşüp bu meydan okumaya en başından karşılık vermiş, eril notalara hakim bir araştırmacı. 

Ruh ve Beden, felsefeden sonra, sosyolojide de bedeni merkeze koyan bir bakış açısının hakimiyet kazanmasıyla  (Bourdieu’nün geliştirdiği haliyle habitus kavramının bu denli sahiplenilmesi de bunu gösteriyor) birlikte “cismanî” (carnal) dediği bir sosyolojik yaklaşım geliştirmeye çalışıyor. Bedenin merkeze gelmesi, sanatta çok daha uzun süredir gözlemlenen bir deneyim. Bu anlamda boksörlerin deneyimini benzersiz kılan unsurlar bir yana, hepimizin ortak kaygısı olan “bedensel sermayeyi idare etmek” meselesi, aslında yeniden vahşileşen kapitalizmin er meydanında birbiriyle dövüşe zorlanan bizlerin de hikayesi. Mesela DOT’un bu yıl oynadığı Supernova, bunun izleriyle doluydu. Disipline edilen bedenlerin, kalabalığın anonim çamurundan çıkma arzusu. 

Kitabın Amerika baskısına yazılan önsözden bir bölümü aşağıda okuyabilirsiniz.  Boğaziçi Üniversitesi Yayınları’ndan çıkan kitabın redaksiyonunu Ergun Kocabıyık yaptı, yayıncılıkta iyi bir redaksiyonun kıymetini bilenler bilir. Aşağıdaki, metnin redaksiyon öncesi halidir, bilginize.


Wacqant L., Ruh ve Beden, Boğaziçi Üniversitesi Yayınları, s.11-14.

Başından beri, Chicago’nun Güney Yakası hakkında kabaca da olsa temel bir sosyolojik kavrayış edinmeden yazmak, hem etik hem epistemolojik nedenlerle bana olanaksız geliyordu çünkü bu bölgenin öğütücü yoksulluğu kapımın önünde başlıyordu (gerçekten de böyleydi çünkü Chicago Üniversitesi, bana öğrenci evleri arasında siyah Woodlawn mahallesinin sınır çizgisinde, gerektiğinde üniversitenin özel polis güçlerini çağırmak için kullanılan beyaz acil durum telefonlarının bittiği yerde olduğu için kimsenin istemediği boş kalmış son daireyi vermişti). Ve çünkü A.B.D metropolisindeki sınıf, kast ve devlet ilişkilerinin normal sosyolojisi bana, ulusal toplumun ırksal ve (ırkçı) ortak duyusunu yansıtarak, gettonun gerçekliğini örtbas eden sahte kavramlarla delik deşik olmuş gibi geliyordu. Bunların başında da, akademisyenlerin dikkati yoksul mahallelerin ekolojisine ve sakinlerinin sözümona “antisosyal” davranışlarına çekerek toplumsal ve kentsel cephede, beyazların tahakkümünü ve yetkililerin beceriksizliklerini aklamalarına izin vermeye müsait piç bir neolojizm olan “sınıfaltı” hikayesi geliyordu.[1]

Aylar boyu yerel sahneyi gözlemleyebilmek için kendimi sokuşturabileceğim bir yer aradıktan sonra judo yapan Fransız bir arkadaş, beni 63. Sokakta, evimin iki blok ötesinde ama farklı bir gezegendeki bir salona götürdü. Meraktan ve etrafta takılıp mahalledeki genç erkeklerle tanışabilmenin kabul edilebilir tek yolu gibi göründüğünden hemen yazıldım. Ve ilk boks idmanımdan hemen sonra bir etnografik günlük tutmaya başladım. Üç buçuk yıl boyunca giderek artan bir devamlılıkla bu salona geleceğim ve süreç içinde, günün konuşmalarının, etkileşimlerinin ve olaylarının ayrıntılı tasvirlerini her akşam saatlerce vecd içinde kağıda dökerek iki bin üç yüz sayfa ham not toplayacağım bir saniye bile aklımdan geçmedi. Çünkü Woodlawn Boys Kulübü’ne girer girmez kendime ragmen üç konuda sorun yaşadım.

Bunlardan ilki, kaba ve acımasızdı: sporların en sert ve en zorunu öğrenip, Tatlı biliminin hem kardeşçe hem rekabetçi dünyasında kendime küçük bir yer açacak şekilde alfabesine hakim olabilecek miydim, salon üyeleriyle karşılıklı güven ve saygı ilişkileri kurabilecek ve böylece saha araştırmamı gettoda yürütebilecek miydim? Cevabı gelecek aylardaydı.Teknik becerimin sadece hayal kırıklığıma ve bazen de cayma hissime denk geldiği zor ve acılı başlangıçlardan sonra (daha sonra en sevgili ring ahbaplarım haline gelecek olanlar, o sıralar her an vazgeçebileceğim konusunda hemfikirdi) fiziksel durumumu iyileştirmeyi, moralimi güçlendirmeyi ve yumruk erbabının hareketlerini edinmeyi ve taktiklerini özümsemeyi becerdim.  Bütün kulübün ateşli desteğiyle Chicago’nun büyük Altın Eldivenler turnuvasına girmeden, salonun amatör ve profesyonel boksörleriyle düzenli olarak “eldiven giyip” kendimi ipler arasında kanıtladım ve daha sonra “pro olmayı” ciddi ciddi düşündüm. Pratik bir bilgiyi çoğalttım ve Erkekçe sanat konusundaki muhameke gücümü arttırdım; o kadar ki, ihtiyar koç DeeDee bana birgün, Woodlawn’ın yıldız boksörü Curtis’in ülke dışındaki önemli bir maçı için köşeadamı olarak yerine geçmemi teklif etti. DeeDee aynı zamanda ileride kendi boks salonumu açacağım kehanetini öne sürmeyi pek severdi: “Bi gün senden belalı bi koç olur Louie, biliyorum bunu.”

Bu ilk engeli aşar aşmaz ve kendime o çevrede kalıcı bir yer ayarlamak için asgari koşulları oluşturur oluşturmaz ikinci mesele karşımda duruyordu, kendi projem: bu yerdeki konumum, siyah gettodaki toplumsal ilişkileri yakalamak ve anlamamı sağlayabilir miydi? Bu küçük boks salonuna uzun vadede nüfuz etmem ve buradaki gündelik ilişkilere yoğun bir biçimde dahil olmam –en azından benim gözümde, okur kendisi için kararı verecektir- genelde getto konusundaki kavrayışımı ve özellikle yirminci yüzyılın sonunda Fordizm-sonrası ve Keynes-sonrası Amerika Chicago’sunda siyah gettonun işleyişini ve yapısı konusundaki çözümlememi tepeden tırnağa yeniden inşa etmeme olduğu kadar, bu terra non gratayı diğer ileri toplumların sürgün mahallelerinden ayıran şeyin ne olduğunu ayırt etmeme olanak sağladı. Öncelikle, Chicago Okulu’nun en erken çalışmalarından beri ırksal bölünme ile kentsel marjinallik arasındaki ilişkilere dair Amerikan sosyolojisinin derinine kök salmış yanlış bir düşünceye, gettonun eksik, ihtiyaç ve yoklukla nitelenen “dağınık” bir evren olduğu düşüncesine itiraz ettim.[2] Salon, teorik çalışmayla, süregiden ampirik gözlem arasında  bir bağ  ve bu şekilde gettonun ve sakinlerinin “Oryantalize edilmesini” sorgulamamı ve gettoyu içinde bulunduğu hale, yani etnik onuru elinden alınmış bir grubun toplumsal dışlanmasının ve iktisadi sömürüsünün bir aracı, Amerikan kent paryalarının zorla tıkıldığı bir çeşit “etnik-ırksal hapisane” haline sokan iktidar ilişkilerini, incelemenin merkezine koymamı mümkün kıldı.[3]

Bir üçüncü mesele kalıyordu ki, Woodlawn Boys Kulübü’nün kapısından içeri girerken, milyon yıl geçse aklımın ucundan geçmezdi ve bu çalışma (anlatı şekline bürünseler bile bütün bilimsel incelemelerin yapacağı gibi)  bana bir ilk, kısmi ve geçici cevap sağladı: Bu denli bedensel bir pratiği, tamamen kinetik bir kültürü, en esaslı kısmın dil ve bilincin altından aktarıldığı, elde edildiği ve kullanıldığı  bir evreni – kısacası pratiğin, pratik ve teorik anlamda uç noktasında bulunan insan (ya da insanlar) haline bürünmüş bir kurumu– antropolojik olarak nasıl açıklayacaktım? Başka bir şekilde söylemek gerekirse: boks zanaatinin (métier), meslek ve toplumsal durum anlamında ama aynı zamanda (mestier kelimesinin etimolojisine göre*) görev ve gizem anlamında ne olduğunu “bedenen,” yumruklarımla ve bağırsaklarımla, kendim de içine girerek, yakalanarak ve esiri olarak  anladıktan sonra, duyuların bu kavrayışını sosyolojinin diline yeniden tercüme edebilecek miydim ve süreç içinde en ayırt edici özelliklerini yok etmeden aktarabilmek için uygun ifade biçimlerini bulabilecek miydim ?


[1]Loïc Wacquant, “ ‘L’Underclass’ urbain dans l’imaginaire social et scientifique américain, in L’Exclusion, L’état des savoirs, (Paris: La Découverte, 1996), 248-262.

[2] Bu çalışmanın başlangıç ifadeleri için bkz. Urban Outcast: Toward a Sociology of Advanced Marginality (Cambridge: Polity Press, 2004) [Kent Paryaları: İleri Marjinalliğin Karşılaştırmalı Sosyolojisi, Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi, 2012. ÇN] ; aynı zamanda bkz. “Elias in the Dark Ghetto,” Amsterdams Sociologisch Tidjschrift 24, ¾ (December 1997): 340-348; ve “Inside the Zone: The Social Art of the Hustler in the Black American Ghetto,” Theory, Culture and Society 15, 2 (May 1998 |1992]): 1-36 yeniden basım, Pierre Bourdieu et al. The Weight of the World: A Study in Social Suffering (Cambridge: Polity Press, [1993], 1999), 140-167.

[3] Loïc Wacquant, “Three Pernicious Premises in the Study of the American Ghetto,” International Journal of Urban and Regional Research 21, 2 (June 1997)0 341-353; “ ‘A Black City within the White’: Revisiting America’s Dark Ghetto,” Black Renaissance 2, 1 (sonbahar-winter 1998): 141-151; and “The New ‘Peculiar Instution’: On the Prison as Surogate Ghetto,” Theoretical Criminology 4 (2000): 377-389.

  • Fransızca’da önce menestier sonra mistier ve mestier olarak karşılanan ve günümüzde bakanlık anlamına gelen ministère kelimesi, Latince’de hizmetkârın görevi, hizmet, görev anlamında kullanılan ministerium’dan türemiştir. Klasik dönemde “ilahi hizmet” anlamında kullanılan kelime, Hıristiyanlık döneminde Tanrı’nın hizmetinde olanları nitelemiştir. Ayin, kutsama anlamına gelen mysterium kelimesiyle ses benzeşmesi yoluyla da kaynaşarak meslek anlamına gelen métier kelimesini oluşturur. Burada Wacquant, görev ve gizem diye çevirdiğimiz ministry ve mystery kelimeleriyle Türkçe’de meslek sırrı ifadesiyle karşılayabileceğimiz bir boyuta dikkat çekmektedir.ÇN.
  • *Kelime, dindışı anlamına geldiği gibi, meslekten olmayan şeklinde de anlaşılabilir. Din terminolojisine referansın çokluğu, Bourdieu’nün alan teorisini, Weber’in din sosyolojisinden ilhamla oluşturmasına bağlanabilir.ÇN.

İlgilenenler  Özgür Budak’ın kitapla ilgili kapsamlı bir değerlendirmesine, Emrah Göker’in Wacquant’la ilgili başka notlarını da görebileceğiniz blogundan erişebilirler. http://istifhanem.com/2011/12/02/bedenveruh-ozgur/

Ayrıca Alim Arlı da blogunda Wacquant’la ilgili yazı ve söyleşilere yer vermiş

http://alimarli.blogspot.com/search/label/Loic%20Wacquant

Allahtan çocuklar bu korkudan azade. Ne kentsel biliyorlar, ne dönüşüm

Kağıthane’de çektiği fotografları görünce Ayfer’in yakasına bir kez daha yapıştım bir not düş diye. Ekümenopolis’i birlikte seyrederken, benim gibi onun da içinden bir şeylerin koptuğunu hissediyordum rahatsız kıpırdanışlarından, derin iç geçirmelerinden. Bir şehir gözümüzün önünde insanlarını püskürtüyordu, daha çok sermayeyi içeri almak için. Çingene mahalleleri de payına düşeni fazlasıyla alıyordu bu “dönüşüm” adı altındaki bir nevi sürgünden. N.Ö

Çingenelere Roman demeye bir türlü alışamadım. Çingene sözcüğünün zihinde yüzlerce renk uçuşturan bir melodisi var. Yüzlerce yıllık aşağılanmaya, itilip kakılmaya inat, eksilmeyen bir yaşama sevinci, müziğin ruhunu ele geçirmişlik, çiçeklerin tanrısı-tanrıçası olmuşluk, bu yalan, bu adaletsiz, bu “bat dünya bat” dünyanın kıçına bir tekme vurmuşluk, her şeye rağmen neşe içeriyor.

Oysa bir şeyleri örtmek, günahları gizlemek, kirletilmiş olanı yürürlükten kaldırmak için sonradan icat edilen bütün sözcüklerde olduğu gibi, Roman sözcüğünde de Çingene’nin sahip olduklarını ifade etmeye yetmeyen bir kuruluk, bir pasiflik var. Gerçi Roman yanlış veya uydurma bir sözcük değil. Çingene topluluklarının konuştuğu dillerden birinde “Rom” insan demek, kendilerine Roman diyerek insanız diyorlar. Ama gene de Roman bence Çingenelerin bir şenlik gibi yaşadıkları hayatın gücünü yeterince aktaramıyor.

Bu nedenle, http://www.cingeneyiz.org adlı internet sitesinin Çingene sözcüğünü sahiplendiğini görünce sevindim. Sitenin açılış sayfasında diyor ki, “Romanlar, Abdallar, Elekçiler, Domlar, Lomlar, Mırtipler! Çingene olarak adlandırılan veya kendisini Çingene olarak kabul eden herkes! Burası sizin siteniz!” Sitede, tarihlerini, atalarının çektikleri acıları anlatan bir yazı şöyle bitiyor:
“Olduğum şeyle gurur duyuyorum! Herkes bilsin! Ben bir Çingeneyim!”

İstanbul’un Çingene mahallelerinde, o bitimsiz yaşama sevinçlerini ara ara delip geçen bir korku var bugünlerde. İstanbul’un kentsel dönüşüm planlarından paylarına en haşin olanın düşeceği korkusu. Kentsel veya belediye ve dönüşüm veya plan sözcüğünü duydukları an, yeni bir haber var mı, karar çıkmış mı, ne olacakmışız gibi sorular birbirini kovalıyor. Bu kısa ömürlü sorular-cevaplar sırasında yüzlerini kaplayan karamsarlık ilk notayı, ilk ritmi duyuşlarıyla, ilk rast geldikleri kahkahayla uçup gidiyor, bir süre tekrar yüzlerine oturmak üzere.

Allahtan çocuklar bu korkudan azade. Ne kentsel biliyorlar, ne dönüşüm. “Bizi de çek, bizi de çek!” diye koşturuyorlar peşimden. “Gülün,” diyorum, gülüyorlar. Bana da onların gülüşlerine sığınmak kalıyor.

Ayfer Tunç

Habemus Papam: Kürtaj, neden şimdi?

Vatikan’da seçimler sonuçlandıktan sonra yeni Papa’yı ilan etmek kullanılan söyleyiş kalıbı bu: Habemus Papam. Anlamı, bir Papamız var. Papa’nın erkekliğini tescil eden ‘Duo testis bene benedata!’ yani ‘İki adet testisi var, uygundur!’ dan önceki aşama. Hatırlarsınız yakın zamanda İtalyan yönetmen Nanni Moretti Habemus Papam isimli çok tatlı bir film çekti. Müthiş Michel Piccoli’nin, iktidarı istemeyen depresyondaki gönülsüz Papa rolünü oynadığı film, küçük, gürültüsüz ve umursamaz bir üslupla gizliden meydan okuyordu Vatikan’a. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın her kürtajın bir Uludere olduğu yönündeki açıklamaları, bana Katolik Kilisesi’nin kürtaj konusundaki yaklaşımını çağrıştırdı.

1991 yılında Papa II. Jean Paul Polonya’ya yaptığı ziyaret sırasında havaalanında yaptığı konuşmada kürtajla, Nazilerin Yahudi soykırımını karşılaştırarak şöyle diyordu: “İnsan acımasızlığının kurbanlarının mezarlarına yüzyılımızda yeni mezarlar ekleniyor: doğmadan öldürülen çocukların mezarları”

Dünyada 1800lere kadar kürtajı yasaklayan kanunlar ortada yok. Foucault’nun biyo-iktidar teorisiyle açıkladığı büyük dönüşümün bir parçası olarak, insan bedeninin ve yaşamının üzerinde giderek güçlenen devlet müdahalelerinden sadece biri kürtaj. Sadece olumsuz anlamıyla, baskı ya da kontrol amaçlı değil, yaşamı uzatan, koşulları iyileştiren gelişmeler açısından da. Zaten Foucault’nun biyo-iktidar kavramı, iktidarın sadece baskı ve zorun olumsuz veçheleriyle değil, yaşatan, koruyan kollayan olumlu veçhelerle de donanıp incelmesini, “yumuşamasını” tanımlar. Bu devletten sivil topluma, ikili bir karşıtlıkla tanımlanmış tek yönlü bir gidiş değildir. Sadece devletin nüfus politikaları anlamında değil, hayırseverlerin de kötü koşullarda ve çok yüksek ölüm oranlarıyla gerçekleştirilen müdahaleleri de engellemek açısından dahil olduğu hareketler, toplumda da kürtajın olumsuz tariflerini çoğaltıyordu. Bazı feministler, bu süreci, erkek doktorların, hamilelik ve doğum üzerindeki kontrolü kadın ebelerden, “kocakarılardan” aldıkları süreç olarak değerlendiriyorlar. Özellikle 19. Yüzyılda güçlenen kadın hakları hareketlerine karşı bir tepki olarak da görülen süreç, 1. Dünya Savaşı sonrası Avrupa nüfusundaki ciddi azalmayla yeni bir ivme kazanıyordu.

Fransa’da 1920 yılında kürtajı yasaklayan kanun, on yıla kadar hapis cezası içerdiği gibi, bu konuda halka açık yerlerde konuşmayı bile yasaklıyordu. 1942’de Nazi işbirlikçisi Pétain rejimi, kürtajı “Devlete karşı işlenen suçlar” kapsamında değerlendiriyordu. Hatta 1943 yılında, kürtaj yapmakla suçlanan bir kadın, giyotinle idam edilmişti.

Amerika Birleşik Devletleri’nde 1800lerde kürtajı yasaklayan düzenlemeler, göçmen nüfusların yüksek doğum oranı nedeniyle “Anglo-Sakson” nüfusu geride bırakmasına duyulan korkuya bağlanıyordu. Kürtajın tekrar yasal olacağı 1973 yılına kadar binlerce kadın yasadışı ve sağlıksız koşullarda kürtaj olduğu için hayatını kaybetti ya da sakatlandı. Halen kürtaj konusundaki konumlanma Amerikan siyasetindeki temel ayrımlardan birini oluşturuyor.

Yeşim Arat, Türkiye’de kadın hareketini dünyadaki benzerlerinden ayıran özellikleri tartıştığı bir makalesinde, daha sonra başka araştırmacıların da paylaşacağı bir önermeyi esas alır. Buna göre, Batı’daki benzerleri kürtaj hakkı etrafında örgütlenen bir mücadeleyle şekillenirken Türkiye’deki kadın hareketi, şiddete karşı mücadele etrafında bir araya gelmiştir. Gerçekten de kürtaj, görünürde üzerinde mücadeleye gerek kalmadan edinilmiş haklardan biri gibi durur Türkiye’de. Peki şimdi bu gayret niye?

Kadın bedeninin kontrolü, kuşkusuz, sadece geleneksel toplumların değil, nüfus politikalarının önemi göz önünde tutulduğunda modern toplumsal yapıların da temel meselelerinden biri. Başbakanın önce çocuk sayısıyla dile getirdiği, şimdi kürtaja uzanan ifadelerinde görülen bu kontrol arzusu, biz buralı kadınlar açısından bir işaret oluşturmalı. Esas mücadele şimdi başlıyor. Avrupa ülkelerinin verdiği yüksek çocuk yardımlarını göze alamayacak olan devletimiz, belli ki yeni yollarla çıkacak önümüze.

Nijeryalı İgbolar, “Ora na azu nwa” (İngilizce çevirisinden- “It takes a village to raise a child”) “bir çocuk yetiştirmek için bir köy lazımdır” dermiş. Bir çocuğu büyütmenin topluluk için önemini anlatmanın yanı sıra, bir çocuğu tek başına büyütmenin nasıl zor olduğunu anlatmak için de. Günümüz dünyasında tıbbın bir kolu, çocukların bakımında annenin biyolojik rolünü giderek çoğaltan bir yaklaşımla kadını eve geri sokmak isteyen eğilimlere koltuk çıkar. Anne en iyi durumda yakın çevresindeki diğer kadınları, anneleri, kız kardeşleri, paralı yardımcıları örgütleyerek paylaşabilir, tek bir insan için çok ağır olan bu sorumluluğu. Çünkü insan yavrusu çok uzun süre yardıma, bakıma ve sürekli dikkate muhtaçtır. Haydi kadının bedeni üzerindeki bireysel hakları geçtiniz diyelim; Her mahallesinde ücretsiz bir kreşi, eşit, ücretsiz ve etkili bir eğitim ağı, kısacası doğan çocuklarına sunacak eşit fırsatları olmayan, onları tecavüz edilmekten, hapsedilmekten koruyamayan bir toplumun, kadınlarını istemedikleri çocukları doğurmaya zorlaması, olsa olsa bir distopyadır.

Bir tohum içinize düştüğünde, onu sevgiyle, sevinçle büyütmek dünyanın en büyük hazlarından biridir: tabii eğer istiyorsanız, eğer hazırsanız. Biyo-teknolojilerin tüm gelişimine ve bir gün bir erkeği de bebek taşır hale getirebilecek olmalarına rağmen yaşadığımız evrende bebekleri hâlâ biz kadınlar dünyaya getiriyoruz. Ne zaman istersek, ne zaman hazır hissedersek o zaman doğuracağız sayın yetkililer; eğer istersek, eğer hazır hissedersek.

Yaklaşan Kötülüğün Ayak Sesleri ve İyiliğin Çaresiz Sakilliği: Zeki Demirkubuz’dan Yeraltı

Uluyan, hırlayan erkek figürüyle ilk karşılaştığım yer galiba İkiz Tepeler’di. David Lynch’in arızalı dünyasında,  bir kasabanın kendi günahıyla genç bir kızın öldürülmesi dolayısıyla yüzleşmesiydi mesele. Küçük bir kasabadaki saygınlık katmanlarının altındaki kötülük tohumlarını tek tek patlatıyordu Lynch. Yakın zamanda, Reha Erdem’in Kosmos’unun hayvani sesler çıkaran erkeği, arzularını masumca denetim dışı bırakan saf bir çağrıyla temsil ediliyordu. Arzularının peşine düşmekten yılmayan iyicil bir erkekti bu. Bir anlamda yaratıcılığı temsil ediyordu. Toplumsallıkla dizginlenmemiş cismani bir enerji diyelim. Yeraltı, bunun tam karşı kutbundaki bir erkeğin yabancılaşmasından yola çıkarak, kötülüğün burnunun dibine Türk sinemasında bugüne dek görülmediği kadar çok yaklaşıyor.  Üç Maymun’da Nuri Bilge Ceylan da yaklaşmıştı ama hikaye ettiği kötülüğü tazmin eden bir estetikle rahatlatıyordu izleyicisini. Yeraltı’nda belki benim gibilerin hayıflanabileceği tek şey, Demirkubuz’un kamerayı geçmişteki gibi ham bir göz olmak yerine daha incelikli bir şekilde kullanmasıdır. Bu da tuhaf bir hayıflanma olur, farkındayım çünkü görsel olarak en iyi filmi.

Bir filmi yorumlamanın onlarca çeşidi olabilir. Hele Demirkubuz gibi film yaparak düşünen bir yönetmen söz konusuysa. Kötülüğün dişlilerini yağlayan nedir mesela? Yalnızlaşmanın, yabancılaşmanın nedeni, anlamı nedir? Gerçeğin bedeli nedir? Beni en çok ilgilendiren eril tahakkümün bir şeklinin parçalanan dünyasının altında kalan Muharrem oldu. İyiliğin bir sakilliğe dönüştüğü bir dünyada bir tür çaresizlik. Adorno’nun günümüz hayatının kutsal kitabı gibi okunabilecek Minima Moralia’sının önermesindeki gibi: yanlış hayat doğru yaşanmaz. Gerçeğin imtihanından geçemeyen çaresiz kalmış iyiliği reddeden bir yabancılaşma. Bazen her anlam dünyasının bir karataşı olduğunu düşünürüm. Simyacıların felsefe taşı dedikleri şeydir bu,  bir tür “prima materia” diğer tüm maddelerin türediği bir ana madde. Bazı filmler, bazı kitaplar, bazı resimler bu karataşları hatırlatırlar.  Erkek egemen anlam dünyasında kötülüğün bir karataşı varsa eğer, bu film onun karanlık gölgesi olarak görülebilir. Çünkü ışıksız gölge yoktur. Adamın ve fahişenin duvara yansıyan gölgeleri, insan oluşumuzun karanlık yanına bakmaya davet eder bizi. Başka bir bakış açısıyla, kadınlara bir ipucu sunar eril şiddetin kıyıcı yapısı hakkında. Bakıp besledikleri ya da arzuları tatmin ettikleri oranda varlıklarına tahammül edilen kadınlara. Erkeklerin dünyasıdır Muharrem’in içinde mücadele ettiği; ama büyük tahakküm makinasının paslanan, eskiyen çarklarında ezilen yenik erkeklerin dünyası. Başarıyla temsil edilen iktidarın yanında, yakınında, karşısında konumlanan erkekler. Bu anlamda kendi başarılarının ve başarısızlıklarının şeytanlarıyla da yüzleşiyor Demirkubuz. Filmde beni rahatsız eden tek sahne, başarı yalakalarının fazla kalın çizgilerle temsil edilmesi oldu. Oysa iktidara yakın durmanın, onaylamanın, yanında yöresinde bir kırıntı beklemenin çok daha incelikli yolları var bu çevrelerde. Ama kimbilir belki de bunlar için “Kahpe Bizans”a gelmek gerekecektir.

“Yeter ki sırtıma basma”

Sadece Muharrem’in değil, tüm kahramanların (yüzünü görmediğimiz uluyan, merdivenden atılan sonra da evlenilen adamın da) kadınlarla olan meselesi, yalnızca temalardan bir tema değil, bir ana tema. Merkezi bir mesele. Geleneksel çerçevenin dışında kalan kadınları her zaman orospulukla damgalamaya hazır bir dünyanın büyüttüğü bu erkeklerin, kendilerini bu düzenin üzerinde bir bilinçle tanımlayanları bile tam içinden geliyorlar ve çoğu kez boğucu havasında nefes alamaz hale geliyorlar. Hiçbir şeyde anlaşamasalar, kadınlardan “bir orospu için değmez” diye söz etmekte anlaşan bu adamlar, kozlarını başka yerde paylaşıyorlar artık. Eril kötülüğün karataşını parlatıyor Demirkubuz, Engin Günaydın’ın müthiş oyunculuğunda. Nergis Öztürk’ün her bir çizgisini çalıştıran enfes yüzünde, fahişeden azize yaratıyor olması gerektiği gibi, çarmıhını sırtlanıp yavaş yavaş uzaklaşıyor. Acıyı taşımaya, tiksintiyle yüzleşmeye gönüllü yaratıcılar silsilesine yazılarak.

Nazlı Ökten